Van depremleri, sadece yer kabuğunun değil, Türkiye’nin zeminle, imarla, siyasetle ve nihayetinde insanla olan sorunlu ilişkisinin de bir depremiydi.

23 Ekim 2011'de 7.2 büyüklüğündeki ve 9 Kasım'da 5.6 büyüklüğündeki artçı sarsıntı, binaları değil, inşaat ve denetim mekanizmasının çürümüşlüğünü yerle bir etti.

Resmi rakamlara göre 644 yurttaşımız hayatını kaybetti, binlercesi yaralandı, on binlercesi evsiz kaldı. Ancak asıl yara, enkaz kalktıktan sonra başlayan adalet arayışında açıldı.

Mahkeme salonlarında verilen kararlar, adeta ikinci bir deprem etkisi yaratarak kamu vicdanında derin bir sarsıntıya neden oldu. Davaların seyri ve nihai kararlar, acı bir soruyu da beraberinde getirdi: Cezalar gerçek sorumlulara mı, yoksa günah keçilerine mi kesildi?

Rant ve siyasi çıkar, insan hayatının önüne geçti

Van ve Erciş’teki yıkımları salt mühendislik hatası olarak görmek büyük bir yanılgı olur. Bu trajedinin altında, siyasi iradenin ürünü olan yapılaşma mevzuatındaki sistematik zaaflar yatıyor. O dönemde Erciş’in imar düzenini yönetenler, sırasıyla Doğru Yol Partisi (DYP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’den seçilen belediye başkanlarıydı.

Bu süreçte, aracılar devreye sokularak, hatır ilişkileriyle sayısız bina ya ruhsatsız dikildi ya da denetimsiz ruhsatlarla yükseldi. Mevzuat, teknik olarak denetimi zorunlu kılsa da, siyasi ve bürokratik baskılar altında işlevsiz hale getirildi. İmzalar, insan hayatından çok, rant ve siyasi çıkar ilişkileri uğruna atıldı. O binalar, 2011 depremlerinde kâğıt gibi yıkıldı ve yüzlerce insan enkaz altında kaldı

Cezalar 'talimatı uygulayanlara', 'talimat verenler' yargı dışında kaldı

Davalar açıldığında, umut, hesap sorulacağı yönündeydi. Ancak yargı süreci, Türkiye'deki siyasi sorumluluk ve ceza adaleti arasındaki uçurumu acımasızca gözler önüne serdi.

Mahkemeler, nihai kararlarını verdiğinde cezalar yalnızca imzaları olan belediye birim amirlerine kesildi. Birim amirleri ve teknik personel, "talimatları uygulamakla yükümlü" memurlar olarak yargılandı ve ceza aldı.

Peki ya o talimatları verenler? O dönemin belediye başkanları hiçbir sorumsuzluk üstlenmedi, yargılamanın dışında bırakıldı. Bu, bir inşaat şantiyesinde çıkan kazada, ustabaşını cezalandırıp proje mühendisini ve şantiye şefini aklamaya benziyor. Hakkaniyetli midir? Kesinlikle hayır.

Yargıtay kararına baktığımızda dikkat çeken bir husus var, görev yapan kamu görevlilerinin binaların denetimsiz ve dayanıksız olduğunu bilmek zorunda oldukları vurgusudur. Peki, bu bilmek zorunda olma hali, talimat verenleri, yani siyasi iradeyi kapsamıyor mu? Siyasi sorumluluk, cezai sorumluluktan ayrı, daha ağır bir kavramdır. Ancak Türkiye'de bu sorumluluk, seçmenin bir sonraki seçimdeki oyuna terk edilmekte, hukuki bir yaptırıma dönüşememektedir.

Van depremi davalarından çıkarılması gereken en kritik ders şudur: Belediye başkanı dahi olsa, sizi hukuksuz bir iş yapmaya zorluyorsa, mevzuatın ve etiğin dışına çıkmayacaksınız. Atacağınız o imza, yarın yıkılacak bir binanın altında kalacak insanların hayatına mal olabilir. Bu, sadece bir mesleki etik kuralı değil, insanlık vicdanının da gereğidir.

Sadece birkaç amirin sırtına yüklenen bu cezalar, gerçeğin üzerini örtmekten, toplumsal öfkeyi sembolik isimlerle dindirmeye çalışmaktan başka bir işe yaramıyor. Eğer siyasiler, yaptıklarıyla, verdikleri talimatlarla, çıkardıkları yasalarla hesap vermiyorsa, bir sonraki depremde aynı acıyı yaşamayacağımızın garantisini kim verebilir?

Erhan Akbaş

03.09.2025