Türkiye Cumhuriyeti tarihinde dönüm noktası sayılabilecek gelişmeler çoktur, ancak çok azı PKK’nin kendini feshettiğini ilan etmesi kadar köklü ve etkili olabilir. Bu açıklama, 40 yılı aşkın süredir süregelen silahlı çatışma sürecinin "sonu" anlamına geliyorsa, Türkiye yalnızca güvenlik politikalarında değil, siyasal rejimin niteliğinde de ciddi bir değişimin eşiğinde olabilir. Peki bu yeni dönemde AKP iktidarının rolü ne olacak? Ve bu denklemde İmralı’da 25 yıldır tecritte tutulan Abdullah Öcalan’ın "umut hakkı" nasıl bir anlam kazanacak?

Yeni sürecin kodları: Sessizlik mi reform mu?

PKK'nin feshi, yalnızca silahlı mücadeleyi sona erdirme değil, aynı zamanda Kürt meselesinin çözümünde siyasal araçlara öncelik tanınması çağrısı olarak okunabilir. Ancak çözüm sürecinin travmatik şekilde sona erdiği 2015’ten bu yana Türkiye’de özellikle iktidarın milliyetçi blokla kurduğu siyasi ittifak, reform kapılarını neredeyse tamamen kapatmıştı.

Bugün, artık elinde güvenlik kartı kalmamış bir devlet yapısının karşısında, haklar, anayasa ve demokratikleşme gibi meseleler kaçınılmaz biçimde masaya gelecektir. Bu bağlamda, AKP’nin sessiz kalması bir tercih değil, bir kriz üretimidir.

Abdullah Öcalan’ın hukuki ve siyasal statüsü ne olacak?

Burada meselenin derinleştiği ve en çok çatışmaya açık başlıklardan biri gündeme geliyor: Abdullah Öcalan’ın hukuki ve siyasal statüsü.

Öcalan, 1999'dan bu yana İmralı Cezaevi’nde ağır tecrit koşullarında tutuluyor. 2019’dan bu yana ailesi ya da avukatlarıyla neredeyse hiçbir görüşme hakkı tanınmadı. Uluslararası hukukta, özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihadına göre, "umut hakkı"kişinin cezasının infazı sırasında bir gün özgürlüğüne kavuşabileceği umudunu taşıması gerektiği ilkesine dayanır. AİHM 2014 tarihli Vinter v. UK kararında, ömür boyu hapis cezası alan bir kişinin özgürlük umudunun bütünüyle elinden alınmasının insan haklarına aykırı olduğunu açıkça belirtmişti.

Dolayısıyla, Öcalan’ın mevcut koşulları yalnızca bireysel bir tutukluluk durumu değil, devletin çözüm sürecine bakışını da sembolize ediyor. PKK’nin fesih kararı, Öcalan’ın paradigmasının (müzakere, demokratik çözüm, konfederalizm) sahada ne kadar belirleyici olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu durumda sorulması gereken şu: Eğer sahada silahlar susuyorsa, cezaevinde de diyalog kanalları neden hâlâ kapalı?

Siyasi tutsaklar için yeni bir hukuki zemin oluşturulacak mı?

Öcalan’ın durumu bir simgeyse, cezaevlerinde tutulan binlerce siyasi tutuklu ise bu simgenin beden bulduğu gerçekliğin parçalarıdır. Bugün HDP'nin eski Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ başta olmak üzere birçok siyasetçi ve gazeteci, örgüt üyeliği ve propaganda suçlamalarıyla ağır cezalara çarptırılmış durumda.

PKK'nin feshiyle birlikte bu kişiler için artık "örgüt üyeliği" suçlamalarının siyasi ve hukuki zemini dramatik biçimde değişmiştir. AKP ister istemez şu soruyla karşı karşıya kalacak:
"Örgütün kalmadığı bir düzlemde, örgüt üyeliğinden insanlar neden hâlâ cezaevinde tutuluyor?"

Bu durum, yalnızca hukuki bir çelişki değil, demokratik meşruiyet açısından da sürdürülemez bir pozisyona dönüşebilir. Bu bağlamda genel bir siyasi af ya da "infaz indirimi" tartışmaları önümüzdeki aylarda sert biçimde gündeme gelmesi muhtemeldir.

“Demokratik cumhuriyet” ve “çoğulcu anayasa”

Türkiye’de Kürt sorunu yalnızca bir güvenlik meselesi değil, derin bir toplumsal sözleşme krizinin yansımasıdır. PKK'nin silahlı mücadeleyi bırakması, bu sözleşmenin yeniden yazılabilmesi için bir alan yaratıyor. Yerel yönetimlerin yetkileri, anadil eğitimi, kimlik temelli haklar ve anayasal güvence gibi konular artık ertelenemez hale gelmiştir.

Bu noktada Abdullah Öcalan’ın daha önce dile getirdiği “demokratik cumhuriyet” ve “çoğulcu anayasa” fikirleri birer tartışma zemini olarak değil, siyasal çözüm araçları olarak yeniden ele alınabilir. Öcalan’a uygulanan mutlak tecridin sona erdirilmesi, yalnızca insani değil, aynı zamanda siyasi bir gerekliliğe dönüşmektedir.

AKP ne yapacak?

İktidar cephesi için bu sürecin en zor tarafı, devletin kurumsal refleksleri ile demokratikleşme yönünde alınabilecek cesur kararlar arasında sıkışmaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir yandan “millî birlik ve kardeşlik” vurgusu yaparken, diğer yandan MHP ile olan ittifakı nedeniyle Devlet Bahçeli'nin başlatmış olduğu bu süreci sabote etmeden yönetmek zorunda kalacak.

AKP’nin önünde üç yol bulunuyor:

  1. Statükoyu korumak: Feshin sahadaki karşılığını küçümseyerek güvenlikçi politikaları sürdürmek.
  2. Siyasi normalleşmeye yönelmek: Siyasi tutsakların serbest bırakılması, Öcalan’a umut hakkı tanınması ve Kürt sorununa yeni bir anayasal perspektifle yaklaşmak.
  3. Mevcut ikilemi sürdürmek: Ne tam reform ne de tam ret; bu da toplumda biriken enerjinin bir başka patlamaya evrilmesine neden olabilir.

Sessizliğin bedeli, cesaretin mirası olur

PKK'nin silahları bırakması, Türkiye'ye tarihi bir nefes alma imkânı sunuyor. Bu imkânın heba edilip edilmeyeceği, iktidarın cesaretiyle doğrudan ilgilidir. Abdullah Öcalan’ın umut hakkı tanınmadan, siyasi tutsaklar özgürleşmeden ve yeni bir toplumsal sözleşme yazılmadan bu süreç tamamlanmış sayılmaz.

Barış, sadece silahların susması değil; adaletin konuşmasıdır.