Adalet, demokrasi ve özgürlük vaatleriyle iktidara gelen AKP, 19 yıl boyunca tecrit ve savaş politikalarından öteye geçemedi. AKP iktidarında İmralı Adası’nda uygulanan tecrit, ülkeye çoklu kriz olarak yansıdı. İmralı’da 2013 ile 2015 yılları arasında “çözüm” adı altında yürütülen sürecin ardından yeniden savaş kodlarına dönen AKP, bu politikasını 2021’de Federe Kürdistan Bölgesi’nin Garê bölgesine yönelik başlattığı askeri operasyonlar, Zap, Metîna ve Avaşîn bölgelerine yönelik kimyasal silah kullanımıyla sürüyor. 

Sınır ötesine savaş, sınır içerisinde ise baskı, gözaltı, tutuklama, cezaevlerine ağır insan hakları ihlalleri olarak yansıyan tecrit, 2021’de mutlak bir hale getirildi. PKK Lideri Abdullah Öcalan’dan, 25 Mart’ta yapılan kesintili telefon görüşmesinin ardından haber alınamıyor. Tecridin ülkede krizlere yol açtığı tespiti yapan Kürt siyaseti, yıl boyunca bu politikalara karşı “Özgürlük Zamanı” kampanyasıyla kentlerden köylere halkı ziyaret etti, buluşmalar ve mitingler gerçekleştirdi. Yıl boyunca "Öcalan’a özgürlük" talebini meydanlara taşıyan Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), yeni yılda Öcalan’ın özgürlüğünü sağlamayı hedefliyor. 

İktidarın sürdürdüğü baskıları ve buna karşı yürüttükleri mücadeleyi Mezopotamya Ajansı'na değerlendiren DBP Eş Genel Başkanı Saliha Aydeniz, 2022’nin iktidarın gideceği yıl olacağını söyledi. 

Yıl boyunca “Özgürlük Zamanı” kampanyası kapsamında ülkenin dört bir tarafında çalışma yürüttünüz. Kent kent, köy köy ziyaretlerde bulundunuz. Partiniz açısından nasıl bir yıl geçti?

Kendini tecrit politikasıyla besleyen tek adam rejimine karşı yaptığımız tüm çalışmalarda, 8 Mart ve 21 Mart alanlarında özel savaş politikalarına karşı Kürt halkı boyun eğmeyeceğinin mesajını verdi.

Faşizme, baskı, sindirme politikalarına, tecrit ve kayyım politikalarına halkın ciddi bir öfkesi var. DTK ve TJA ile birlikte köy köy, mahalle mahalle, il il halkla buluşmalar gerçekleştirdik. Bu kampanya kapsamında gittiğimiz her yerde, ‘bitirdik’, ‘özgürlük mücadelesinden vazgeçtiler’, ‘Kürtler kendi dillerini, kültürlerini artık yaşamaktan vazgeçtiler’ dediği rejime karşı çok büyük coşku ve heyecanla karşılandık. Her yerde halkımızın birinci gündeminin tecrit, cezaevlerinde yaşanan hak ihlalleri olduğunu, baskı ve yok saymalara karşı Kürt halkının birlikte mücadele ederek, birlik olduğunu gördük. Aynı halk 8 Mart ve 21 Mart Newrozu meydanlarına akarak, milyonlar oldu, tek ağızdan taleplerini dile getirdi. Neydi bu talepler; Sayın Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü, Kürt halkının birlik olması, saldırılara karşı asla boyun eğmeyeceği, asla mücadeleden, özgürlük tutkusundan ve Kürdistan’ın özgürlüğü Türkiye’nin demokratikleşmesiydi. Yaptığımız bütün çalışmalarda da benzer talepler ifade edildi.

2021 yılı boyunca ekonomik, sosyal, siyasal, toplumsal, ekolojik ve kadın açısından faşizm kendini kurumsallaştırmanın yol ve yöntemlerini denedi. Bütün zor aygıtlarıyla, yargının bağımsız olmayışıyla denedi. Bunu hukukun üstün olmayışıyla denemeye de devam ediyor. Kendini tecrit politikasıyla besleyen tek adam rejimine karşı yaptığımız tüm çalışmalarda, 8 Mart ve 21 Mart alanlarında özel savaş politikalarına karşı Kürt halkı boyun eğmeyeceğinin mesajını verdi.

Kampanyanızın gündemi olan PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecrit bu yıl da sürdü. 25 Mart’tan bu yana Öcalan’dan haber alınamıyor, toplumsal kaygılar artıyor. Bu durumun Kürtlere, bölgeye yansıması ne oluyor?

Sayın Öcalan’a yönelik tecrit 22 yıldır devam eden bir tecrit. İmralı’ya özgü yasalar çıkarıldı. İmralı’ya özgü durumlar gerçekleşti. İmralı’yı inşa eden General Hurşit’in ‘İmralı sistemini öyle bir inşa edeceğiz ki bir gün değil, her gün, her an ölecek’ söylemi, sıradan bir söylem değil. İmralı’yı bir laboratuvar gibi kullanıp, orada uyguladıkları bütün yasaları, uygulamaları bütün cezaevine ve bütün topluma yayma politikası güdüldü. 5 Nisan 2015’ten bu yana değerlendirdiğimizde, artık İmralı sistemi derinleştirilmiş mutlak bir tecrit haline geldi. Tecridin, demokratik siyasete, halklar üzerinde baskı, cezaevleri baskı olarak yansıdığını gördük. Türkiye’nin demokratikleşmesinin önü kapatılmak istendi. 2013-2015 sürecini hepimiz net yaşadık. Türkiye’nin demokratikleşmesi için yol ve yöntemleri olan, fikirleri, projeleri olan, milyonları etkileyen şahsiyet olmasının biliniyor olmasından kaynaklı Sayın Öcalan ağırlaştırılmış ve son 5 yıldır mutlaklaştırılmış tecrit altında tutuluyor.

25 Mart’tan bu yana Sayın Öcalan’dan haber alınamıyor. Sayın Öcalan da Kürt halkı da bunu kabul etmiyor. Ortadoğu halkları, Sayın Abdullah Öcalan’ın felsefesini, ideolojisini çözüm önerilerini kabul eden hiç kimse bunu kabul etmiyor ve her geçen gün bu kaygılar artıyor. Sayın Öcalan’ın bu rejime karşı çözüm alternatifi var. Bu rejime karşı bütün halkların birlikte yaşayabileceği perspektifi var ki 2013-2015 sürecinde Dolmabahçe’de sunulan 10 maddelik deklarasyon, tam da Türkiye’nin bütün sorunların çözümüydü. Ekolojiden kadın sorununa, demokratik siyasetten hukuk sorununa, eşit yurttaşlıktan Türkiye’nin kuvvetler ayrılığına kadar hepsine ilişkin net çözüm önerileri var. Dolayısıyla Sayın Öcalan’ın Türkiye’nin bugün içine girmiş olduğu çoklu krizlere çok net çözümleri var. Tecridin kendini dayandırdığı yer ise Kürt sorununun ısrarla çözümsüzlüğüdür.

Türkiye toplumu tecrit altındadır. Tecrit politikası derinleştikçe Türkiye’de faşizmde derinleşmektedir. Tecrit derinleştikçe, ekonomik krizde derinleşmektedir.

Bu tecridin hukuki boyutu ise bugün Türkiye’nin kendi yasalarına aykırıdır. Kendi yasalarına göre de tecrit suçtur, uluslararası bütün sözleşmelerde de tecrit suçtur. Bunun yanı sıra tecridin insani, vicdani, ahlaki boyutu da yoktur. 23 yıldır tek başına bir adada tutuluyor. Bugün Sayın Öcalan’ın özgürlüğü için bütün dünyaya yayılan eylemler söz konusu. Sayın Öcalan’la görüşme değil sağlanması değil, özgürlüğü talep ediliyor. Mısır’ından Amerika’ya, Avrupa’dan Ortadoğu’ya eylemler başlatıldı. Sayın Öcalan’ın krizlerden çıkış yolu olduğuna inandıkları için eylemler yapılıyor. Bu, faşizmi kurumsallaştırmaya çalışan tek adam sisteminin işine gelmediği için, tecrit mutlaklaştırılıyor, ağırlaştırılıyor. Bu tecrit üzerinden bütün Türkiye toplumu tecrit altındadır. Tecrit politikası derinleştikçe Türkiye’de faşizmde derinleşmektedir. Tecrit derinleştikçe, ekonomik krizde derinleşmektedir.

Tecrit ile Kürt sorunu arasındaki diyalektiğe dikkat çektiniz. Ancak Kürt sorununun çözümsüz bırakıldığı bir yıl daha geride kaldı. Ancak siyasetin gündeminde de hiç düşmedi. Nasıl çözülür bu sorun?

Kürt sorunu yeni sorun değil, yüzyıllık bir sorun. Bu rejimin artık Kürt sorununun şiddet, baskı, asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini anlaması gerekiyor. Kürt sorunu eşit yurttaşlık temelinde, Kürt halkının dilini, coğrafyasını, kültürünü tanımayla çözülür. Kürt sorunu her şeyden cumhuriyetin demokratikleştirilmesiyle, demokratik cumhuriyetin inşasıyla çözülür. Bunun çözüm yeri İmralı’dır. Sayın Abdullah Öcalan bütün zor şartlara, işkence sistemine, bütün bu çözümsüzlüğe rağmen en son yaptığı görüşmesinde, ‘1 hafta verilsin, bu sorunu çözmeye hazırım’ dedi. Sayın Öcalan 99’dan bu yana yaptığı bütün görüşmelerde, Kürt sorununun demokratik yol ve yöntemlerle çözülmesi için ısrar etti. Dolayısıyla Kürt sorununun demokratik zeminde çözülmesinin en demokratik yolu, Sayın Öcalan’ın üzerindeki tecridin kaldırılmasından geçer. Bu sorun Dolmabahçe Mutabakatı ile çözülür. 2013 Newroz manifestosuyla çözülür. Kısaca Kürt sorunu diyalog ve müzakereyle çözülür. Bu diyalog ve müzakerenin de birinci noktası İmralı’dır.

Tahliye ve tedavileri engellenen hasta tutuklular yine ölüm haberleriyle gündemde geliyor. Hasta tutuklular neden tahliye edilmiyor? Ne yapmaya çalışıyor iktidar?

Bu rehine siyasetidir. Bu rehin tutma politikasının en ağır bedeli de hasta tutsaklar ödetiliyor. Kürt sorununda çözümsüzlükte ısrar eden bu sistemin bir boyutu da cezaevlerinde işletiliyor. Bu nedenle hasta tutsakların durumuna sessiz kalmamak gerekiyor.

Bu rehine siyasetidir. Bu rehin tutma politikasının en ağır bedeli de hasta tutsaklar ödetiliyor. Kürt sorununda çözümsüzlükte ısrar eden bu sistemin bir boyutu da cezaevlerinde işletiliyor. Kürdistan’ın sömürge olduğunun, Kürt halkının dilini, kültürü, varlığı üzerinde uygulanan asimilasyon politikalarının bir parçası da cezaevleridir. Rehin alarak cezaevlerinde onursuzlaştırma, kendine bağlama ve buradan sonuç almaya yöneliktir. Nasıl bütün alanlarda Kürt halkı mücadelesini yürütüyorsa, özgürlüğünden vazgeçmiyorsa, her türlü baskıya rağmen asla özgürlüğünden vazgeçmediyse, bu alanlardan biri de cezaevleridir. Cezaevleri de esir alma, onurundan ve özgürlüğünden vazgeçirmenin cezası olarak değerlendirilen alanladır. Bu nedenle bugün hasta tutuklulara dönük yapılan bu insanlık dışı muamelenin tam da nedeni esir almanın, Kürt halkını onursuzlaştırmanın bir boyutudur. Bu kimliksizleştirmeyi kabul etmeyenlere karşı ölüm siyaseti yürütülmektedir. Bugün Türkiye’de idam cezasının olmadığı söyleniyor ama cezaevlerinden son bir ayda 7 tane cenaze çıktı. İdam cezası fiili olarak işletiliyor. Bu devletin ahlaki ve vicdanı olarak ifade edilecek bir yönü kalmadı. Bu nedenle hasta tutsakların durumuna sessiz kalmamak gerekiyor.

2015’te savaş kodlarına geri dönen iktidarın, Nisan ayında Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik başlattığı operasyon sürüyor. Kürdistan’da savaş gerçekliği hangi boyuta ulaştı, sınır ötesinde sonuç alındı mı?

AKP-MHP faşist ittifakının inşa etmek istediği diktatöryal sistem var. Başkanlık sistemi dersiniz ama sonuçta bir diktatorya oluşuyor. Bunun kendini dayadığı tek politika, savaş politikasıdır. İçte de dışta da sonuna kadar savaş. Bu savaşı da ‘Vatan, millet, Sakarya’ diyerek hizaya çektiği muhalefetiyle, kurumlarıyla sürdürüyor. Şubat’ta Garê operasyonuyla başlayan savaşın asıl amacının Kürtlerin kazanımı olduğu çok net. Orada tutulan 13 askerin başka yol ve yöntemlerle alınabileceği şartlar varken, yıllardır tek bir adım atılmadı. Garê’de uygulanan buydu ama hezimetle geri döndü. Garê öncesi ve Garê sonrası. Garê’de açığa çıkan savaş politikası, Türkiye halklarına kaybettirdi. Bunu net görmek gerekiyor. 23 Nisan’da Ermeni Katliamı’nın yıl dönümünde Kürtlere yeni bir saldırı başlattı. 

O günden bugüne Türkiye ekonomisi ortada. Bugün kavga etmediği tek komşusu yok. Toplumsal refah, toplumsal barış, toplumsal demokrasinin öne çıktığı bir zemin kalmadı. Her geçen gün daha çok kaybeden, daha çok krizlerle boğuşan bir Türkiye gerçekliği var. İçte savaş, dışta savaş politikasının Türkiye’ye kazandırmadığı bir kez daha görüldü. Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerinden Türkiye halklarına ekonomik savaş açıldı. Kürt halkına saldırıyla kendini ayakta tutmaya çalışan, Kürtlerin kazanımlarına saldırıp ‘Vatan, millet, Sakarya’ edebiyatı üzerinden ömrünü uzatmaya çalışan bu ittifak, Türkiye’yi daha çok bataklığa sürüklüyor. Bu saldırılar sadece Türkiye ile sınırlı kalmıyor, bu ahlak dışı politikaları, Rojava’da da Güney Kürdistan’da da benzer şekilde uyguluyor. 

Bu savaş üzerinden Kürtlerin tasfiyesi planlanıyor, Kürtleri yok etmek istiyorlar. Bunu da Sayın Öcalan ile görüşmelerin sürdüğü 30 Ekim 2014 tarihli Milli Güvenlik Kurulu’nda hazırlanan ‘Çöktürme Planı’ kapsamında uyguluyorlar. Ancak ‘Çöktürme Planı’nı hazırlayanlar, çökme noktasına geldi. Bu nedenle Garê’de de 24 Nisan’dan bu yana devam eden saldırılarda da sonuç elde edemediler. Bir fiyaskodur. 23 Nisan’dan bu yana devam eden savaşın bir gün bilançosunu bile açıklayamayan devlet, ülkenin bütçesi hala savaşta kullanmaya devam ediyor. 

Sınır ötesinde kimyasal silah kullanımı öne çıkan bir diğer gelişme oldu. Birçok kesim harekete geçti ancak bölgede henüz bir inceleme yapılmadı. Uluslararası kurumlar da sessiz. “Savaş suçu” olarak değerlendirilen bu duruma karşı neler yapılmalı?

Bugün KDP, Kürdistan halkının kazanımlarına Türkiye ile olan kirli ilişkisi üzerinden ihanettedir. Bunu Sêmelka Kapısı’nda çocuklarının cenazelerini bekleyen annelere cenazelerinin verilmemesinden söylüyoruz. Aynı şeyi Türkiye’de yapıyor. 

Uluslararası bütün sözleşmelerde kimyasal kullanılması yasak. Buna rağmen uluslararası camianın, insan hakları kurumlarının sessiz kalması, kimyasal kullanımına zemin ve ortak olmaktır. Bugün Güney Kürdistan yönetiminin, başta KDP’nin bütün varlığını Türkiye iktidarına bağlaması, bu yönelimlerin önünü açmaktadır. KDP’nin içine girmiş olduğu politika Kürdistani bir politika değildir. Bu bireysel çıkarlar, Kürt halkına kaybettiren, Kürt halkının kazanımlarının bitirilmesine yönelik bir adımdır. Bunu Güney halkı da 4 parça Kürdistan halkı da çok net görüyor. Dolayısıyla buradan Türkiye’nin Güney Kürdistan’da kimyasal kullanımına dair Güney hükümetinin, KDP’nin tek bir söz söylememesi, nasıl bir tutum içerisinde, hangi tarafta olduğunun çok net göstergesidir. 

Çok net ifade etmek gerekiyor. Bugün KDP, Kürdistan halkının kazanımlarına Türkiye ile olan kirli ilişkisi üzerinden ihanettedir. Bunu biz tek değil, Güney halkı da söylüyor. Bunu Sêmelka Kapısı’nda çocuklarının cenazelerini bekleyen annelere cenazelerinin verilmemesinden söylüyoruz. Aynı şeyi Türkiye’de yapıyor. Aylarca cenazeyi vermiyor. Aylarca cenaze üzerinden Kürt halkını, anaları cezalandırmak istiyor. Bugün KDP’nin de yaptığı aynı şeydir. Analar cezalandırılıyor. Kapıyı kapatmak, oradan annelere saldırmak ve bu konu ile ilgili tek bir söylemde bulunmaması, KDP’nin durduğu noktayı gösterir. Bunu tüm halklarımız görüyor. KDP’nin bu tutumumun faturası bütün Kürdistan’a olur. 

Kadınlar hem İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması hem artan taciz ve tecavüze karşı yıl boyunca alanlardaydı. Kadınlar açısından nasıl bir yıl oldu?

Bir sistemin ne kadar demokratik olduğunu, kadınların durumuna, kadınlara yaklaşımından görebiliriz. Türkiye’nin içine girmiş olduğu tek adam rejimi, faşizmi kurumsallaştırılmaya çalışılıyor. Bu faşizm içinde kadınlar, gençler, halklar yoktur. Tek dil, tek bayrak, tek millet söylemi ile tekçilik vardır. Bu tekçilik üzerinden bir diktatöryelizm inşa edilmeye çalışılır. Buna karşı da kadınlar 2021’de de öncesinde de sürekli sokaklarda mücadele içerisinde oldular. Erkek devlet yargısının, erkek devlet sisteminin kadın üzerinden toplumun baskılanmasını kabul etmediklerini sokaklarda isyanlarını büyüterek gösterdi. 8 Martlarda, onun dışında İstanbul Sözleşmesi’nin feshine karşı, eşbaşkanlık sistemine dönük saldırılara karşı kadınlar sürekli isyanda ve sokaklardaydı. Kadın bedeni üzerinden, kadının toplumda varlığı üzerinden uygulanan özel savaş yöntemlerine karşı kadınlar sokaklardaydı. 

Topluma bir sistemi inşa etmek isterseniz önce kadın üzerinden, kadın bedeni üzerinden inşa edilmeye çalışılır. Bu rejim de tam olarak bunu yaptı. Demokratik siyaseti baskılamak isteyen faşizm, Deniz Poyraz’ı katletti. Taciz, tecavüzü erkek eliyle, devletin güdümüyle yürütmek istedi. Musa Orhan olayı ortada. Cezasızlık politikasıyla kadın üzerinden otoriter rejimi inşa etmenin yol ve yöntemlerini oluşturmaya çalışıyorlar. İstanbul Sözleşmesi’nin bir gece yarısı feshedilmesinin nedeni de budur. Çünkü bu sözleşme devlete bazı yükümlülükler getiriyordu. İstanbul Sözleşmesi de eşbaşkanlık sistemi de kadınların emekleriyle, bedelleriyle elde edilmişti. Yine kayyım politikasıyla en çok yönelimin olduğu alanlar kadın alanları oldu. Çünkü kadını erkek yargı sistemine karşı savunmasız bırakmak istedi. Ancak kadınlar yıl boyunca ‘Mor çizgimizdir’ diyerek eşbaşkanlıktan vazgeçmedi. Kadının bedeni üzerinden toplumu dizayn etmeye yönelik fuhuş ve tecavüzün öne çıkarılmasına karşı kadınlar “Em xwe diparêzin” kampanyasıyla sokakta her gün şiddete karşı isyanını yürüttü. Çünkü kadına yönelik şiddet, katliamlar politiktir. 2022 yılında da kadınlar olarak asla kazanımlarımızdan vazgeçmeyeceğimizi, asla özsavunmamızdan ve eş başkanlık sistemimizden vazgeçmeyeceğimizi, bize karşı erkek-devlet sistemine karşı sürekli mücadeleyi her alanda sürdürmeye devam edeceğiz.  

Muhalefete gelecek olursak, toplum muhalefetin pasif ve sadece seçim sandığı bekleyen, meydanlardan kaçan tutumundan, çağrılarından rahatsız. İktidar başı ve sözcüleri de "sandığa" gelmiyor ve her fırsatta bunu dile getiriyorlar. Ülkenin de hali ortada; toplumsal, siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ve askeri, her açıdan batık. "Bitti" denilen iktidar, nasıl gider, gönderilir?

2022 yılının halklar, kadınlar, Türkiye toplumu, inançlar açısından özgürlüğün ve demokrasinin inşa edileceği bir yıl olacağına inanamıyorum. 2022, iktidarın gideceği yıl olacak. 

İktidarın gitmesi birlikte mücadeleden geçer. İktidar kendini savaş politikası üzerinden var ediyor. Bu savaş politikasını da dayandırdığı yer ‘Vatan, millet, Sakarya’ edebiyatıdır. Miting alanlarında açız diyenlere kurşunun fiyatını sorarak kendini ayakta tutanların muhalefet tarafından da toplum tarafından da görülmesi gerekiyor. Bu iktidarın kendini dayandırdığı algı operasyonları, Kürt sorununun çözümsüzlüğü, güvenlikçi politikalar, yan yana gelmeyi engelliyor. Bu iktidarın Türkiye’yi bataklığa sürüklediğini çok net görmek gerekiyor. Bu sistemin ve rejimin kendini revize etmesi gerekiyor. Kendini revize etmesinin yolu da birlikte asgari paydalarda bir araya gelmektir. Bu da demokrasidir, demokratik cumhuriyetin inşasıdır. Bunu inşa etmenin bir yolu sandıktır, sandık kadar sokakta mücadeleyi büyütmektir. Dolayısıyla biz DBP olarak, asıl meselenin birlikte mücadele etmekten geçtiğini, bunun zeminini de sokaklar olduğunu biliyoruz. 

Tüm bu gelişmelere bakılırsa 2022'de bizleri ne bekliyor ve nasıl bir yıl olacak?

Bu iktidar kendini var ettikçe, 2022’de de daha çok kaosun ve krizlerin derinleşmesi kaçınılmazdır. 2021’de iktidarın baskılarına karşı direnişte oldu. Hiçbir zaman direnişten, özgürlükten vazgeçilmedi. 2022, çökme noktasına gelmiş olan sistemin ve iktidarın biteceği, halkların kazanacağı, halkların özgürlüğünü elde edebileceği bir yıl olacak. Bugün ki zemin bu krizlere karşı kabul etmeme seslerinin yükseldiği ve bir yerde toplanacağı bir yıl olacağını düşünüyorum. Dolayısıyla 2022 yılının halklar, kadınlar, Türkiye toplumu, inançlar açısından özgürlüğün ve demokrasinin inşa edileceği bir yıl olacağına inanamıyorum. 2022, iktidarın gideceği yıl olacak. 

MA / Özgür Paksoy