Milyonlarca insanın yaşamlarına mal olan birinci ve ikinci dünya savaşlarından alınan derslerle hazırlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda 10 Aralık 1948'de kabul edilişi üzerinden 72 yıl geçmesine rağmen dünya genelinde hak ve özgürlüklere yönelik ihlaller hiç durmadı. Uluslararası Af Örgütü, 2009-2014 yılları arasında yaptığı çalışmalarda 140 ülkede işkence ve benzeri uygulamalara başvurulduğunu tespit etti. BM Kadın Birimi tarafından hazırlanan Dünya Kadın İlerleme Raporu’na göre ise, dünya genelinde her gün 137 kadın öldürülüyor. Dünyada yaşanan savaş, çatışma ve ekonomik sorunlar nedeniyle mülteci durumuna düşüp, kamplarda insanlık dışı yaşama zorlanan insan sayısı da, Uluslararası Göç Örgütü’nün verilerine göre 272 milyonu buluyor. Büyük bölümünü çocukların oluşturduğu bu rakam, dünya nüfusunun yüzde 3,5’ine denk.

Türkiye’deki tablo da bundan çok farklı değil. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Dokümantasyon Merkezi verilerine göre; 16 Ağustos 2015 ile 18 Mart 2016 tarihleri arasında sokağa çıkma yasakları süresince en az 310 sivil (72'si çocuk, 62'si kadın ve 29'u 60 yaşın üzerinde) yaşamını yitirdi. Aradan geçen 5 yılda toplum, köpeklerle işkence edilen, helikopterden atılan ve katledilen insanların varlığıyla karşı karşıya.

Sorumlular, yaşanan bu ihlalleri “terörizmle mücadele ediyoruz” diyerek gerekçelendirmekte. 

Türkiye’de eleştirel düşüncenin önemli isimlerinden biri olan yazar Fikret Başkaya’nın dünyada egemenler tarafından en çok manipüle edilen iki kavramdan biri olarak üzerinde durduğu “terörizm”, 21’inci yüzyılın güvenlik konsepti ve yol açtığı insan hakları ihlallerini meşrulaştırma zemini durumunda. Bundan ötürü dünyada barışı sağlamak amacıyla 20’inci yüzyılda oluşturulan Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Birliği’ne (AB) bünyesindeki insan hakları kurumları da, bu ihlallerin yaşanmasına engel olmakta yetersiz. 

İnsan haklarını korumayı beyan eden uluslararası kurumların, yaşanan ihlaller karşısında işlevsiz kalmasının nedeni olarak “çıkar ilişkileri”ni gösteren  İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan’a göre, “Kapitalist tekeller, Türkiye gibi ülkelerde ihale aldığı sürece, ekonomik çıkarları söz konusu olduğu sürece, siyasi anlamda ulaşılması gereken insan hakları ve demokrasi değerlerine ulaşılamayacak.” 

Sorunun temeli olarak ise, “Kapitalist Modernite”yi işaret eden Türkdoğan, sistemin günümüzde dayandığı anlayışı “Açıktan yeni büyük savaşlara girilmiyor ancak düzeni devam ettirmek için yerel, küçük çapta ya da bölgesel savaşlarla bu süreç götürülmek isteniyor. Bunun için de kendilerine yeni düşman yaratmaları gerekiyordu. 21’inci yüzyılda buldukları ve yeni icat ettikleri düşman ‘terörizmle mücadele’ oldu” sözleriyle özetliyor.

İHD Eş Genel Başkanlığı görevini 12 yıldır aralıksız sürdüren Türkdoğan, 21’inci yüzyıla damgasını vuran güvenlik konsepti, yol açtığı ihlaller ve uluslararası mekanizmaların bu tablodaki rolüne dair Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularımıza yanıt verdi.

Türkiye’deki “Terörle Mücadele Kanunu” benzeri yasalarla bugün tüm dünya ülkelerinde karşılaşmak mümkün. “Terörizm” adı altında yürütülen politikalarla 21’nci yüzyılda nasıl bir güvenlik konsepti oluşturuldu? 

 Büyük devletler ve uluslararası kuruluşlar ‘terörizmle mücadele ettiklerini’ söylüyor ancak dünyada kabul edilen bir ‘terör’ tanımı yok. Üzerinde mutabık kalınmayan bir kavram üzerinden bugün dünyada ‘güvenlik konseptleri’ uygulanıyor.

20’nci yüzyılda bir bakıma demokrasi kazandı, ancak Kapitalist Modernite’nin ulaştığı aşamada ise açıktan yeni, büyük savaşlara girilmiyor. Düzeni devam ettirmek için yerel, küçük çapta ya da bölgesel savaşlarla süreç götürülmek isteniyor. Bunun için de kendilerine yeni düşman yaratmaları gerekiyordu. 21’inci yüzyılda buldukları ve yeni icat ettikleri düşman ‘terörizmle mücadele’ oldu.  Büyük devletler ve uluslararası kuruluşlar ‘terörizmle mücadele ettiklerini’ söylüyor ancak dünyada kabul edilen bir ‘terör’ tanımı yok. Üzerinde mutabık kalınmayan bir kavram üzerinden bugün dünyada ‘güvenlik konseptleri’ uygulanıyor. Yeni durumu kapitalizmin ulaştığı seviye üzerinden değerlendirmek ve tartışmak lazım. 

Mesela, Kovid-19 pandemisi dünya devletlerinin düştüğü acziyetin en somut örneği. Sağlıktan çok yüksek kar elde edemeyeceklerini düşündükleri için bu alana gerekli altyapı yatırımları yapılmadı ve bunun başında da aşı çalışmaları geliyor. Türkiye’de bile AKP iktidarının ilk icraatı mevcut aşı üretim fabrikalarını kapatmak oldu. Büyük oranda Kovid-19 pandemisi şunu gösterdi; mevcut sistem insanların temel hak ve özgürlüklerini korumaktan giderek uzaklaşmıştır. Bizim, yurttaşlar olarak dünyanın her yerinde temel hak ve özgürlüklerimizi koruyacak, onları güvence altına alacak iktidarları işbaşına getirecek konuları konuşmamız gerekiyor. Esasen hak siyasetini yapmamız gerekiyor.

 Başvurulan güvenlik konseptinin yol açtığı ihlallere karşı uluslararası insan hakları kurumlarının çözüm olamaması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Devletler, Birleşmiş Milletler (BM) sistemini kurdular. Oluşturulan sistemin çeşitli sözleşme ve mekanizmaları, komiteleri var. Avrupa Konseyi’nin temel insan hakları sözleşmesi, siyasi ve yargısal mekanizması var. Bu kurumlarda alınacak kararlar doğrultusunda devletlerin politikalarının dönüşeceği yanılgısına girildi ve kendi hallerine bırakıldılar. Geldiğimiz aşamada o mekanizmaları oluşturan kurumlardaki kişiler, kendi mekanizmalarını bugün devam ettirebilmek için daha fazla para bulma arayışı içerisine giriyorlar.  Bu bir zaaftır. Bu zaaf, devletlerin lobicilik faaliyetleriyle kullanılıyor. Eğer gerçekten uluslararası insan hakları mekanizması kurmuşsanız bu mekanizmaların devamını sağlayacak bütçeyi de mutlaka güvence altına almak zorundasınız. Devletlerin insafına bırakacağınız bir bütçeyle bu mekanizmaları çalıştırırsanız, böylesi bir duruma geliriz.

Bir diğer önemli mesele, oluşturulan uluslararası kurumların aldığı kararların bir yaptırımının olmaması. Alınan kararlar tavsiye olmaktan öteye gidemiyor. BM Güvenlik Konseyi kararları bile uygulanmıyor. BM’nin ürettiği temel insan hakları sözleşmelerinin uygulanması noktasında yaptırım gücü olan yeni mekanizmaların kurulması gerekiyor.

 Yeni güvenlik konseptinin yayılma alanı olarak Ortadoğu ve Latin Amerika seçilmiş gibi. Latin Amerika kıtasında Guantanamo, Ortadoğu’da ise İmralı Adası, bu konseptin başlıca örnekleri ve “yönetim sistemi” olarak değerlendiriliyor…

Sistem kendisini burada ele veriyor. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) defalarca Türkiye’yi ziyaret ediyor, çeşitli tavsiyelerde bulunuyor. Bu tavsiyelerin hiçbirine uyulmuyor ve Avrupa Konseyi (AK) hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edebiliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanması için verdiği bir karar var. Türkiye buna uymadı. Bu kararlara uyulmasını sağlayacak olan ise AK’nin Bakanlar Komitesi. Bakanlar Komitesi siyasi bir komitedir ve AİHM’in aldığı kararları izlemekle görevlidir. Sadece Öcalan kararı değil, işkence ve kötü muamele, yaşam hakkı ihlalleri, toplantı ve gösteri hakkı, ifade özgürlüğü ile ilgili ihlal kararları var ve Türkiye izleme altında. Tam da burada ülkelerin çıkarları devreye giriyor. Kürt meselesinde aldığınız pozisyon, Kürt siyasi hareketinin çok önemli liderlerinden birisinin temel hak ve özgürlüklerini görmezden gelmenizi sağlıyorsa, siz o zaman o değerlere inanmıyorsunuz demektir. 

CPT’nin tavsiye kararları yerine getirilmiyorsa o zaman Bakanlar Komitesi’nin siyasi mekanizmasının harekete geçmesi ve kesinlikle taviz verilmez bir noktada durması gerekiyor. Türkiye’de bakıyor ve ‘zaten bu konuda üstüme gelmiyorlar, o zaman keyfi rejimi sürdürebilirim’ diye düşünüyor.

İmralı’da tecrit işkencesi uygulanırken, Guantanamo’da ise her türlü fiziksel işkencenin uygulandığına dair güçlü iddialar oldu. ABD, Guantanamo’yu kendi toprakları dışında kurdu, çünkü kendi yargı sistemi ona izin vermezdi. Türkiye’de ise, içerde yargısının denetim ve gözetimi altındaki bir hapishane var ve kesintisiz hak ihlalleri uygulanıyor. Bu iki örnek hem ABD hem de AB bakımından altına imza attıkları sözleşmeden ne kadar uzaklaştıklarını ve bu değerleri korumaktan ekonomik ve siyasi çıkarları uğruna vazgeçtiklerini gösteriyor. 

Ancak şunu da unutmamak lazım. Biz kararlı olduğumuz, direndiğimiz sürece haklarımızı savunabilir ve koruyabiliriz. Bu bilinçte olmak gerekiyor.

 ‘Kapitalist Modernite’nin tartışılması gerektiğinin altını çizdiniz. PKK Lideri Öcalan da, AB kurumlarının bir ‘umut kapısı’ olabileceğini söylerken, “Temelindeki kapitalist modernite onu âdeta zincirle bağlamış olup, daha ileri hamleler yapabileceği konusunda karamsar kılmaktadır” tespitinde bulunuyor. Bu noktadan insan hakları krizinin çözümünü dair ne söylenebilir?

AB’nin elindeki araçlarla, Türkiye ve Macaristan gibi otoriterleşen ülkelerin insan hakları ve demokrasiye dönmeleri için caydırıcı yaptırımlar yapabilir. Ancak tam tersi yaşanıyor. Bunun da sebebi kapitalist tekellerin çıkarlarıdır.

Mesela şu anda aşı tartışmaları yapılıyor. Küresel sağlık tekelleri aşı çalışmalarını tekellerine aldılar. Büyük devletler paraları çok olduğu için aşı pazarını ellerine geçirdiler. Fakir ülkeler sıra bize ne zaman gelecek diye bekleyecek. Aşı gibi insanlar için koruyucu zorunlu bir sağlık aracının ücretsiz olarak tüm insanlığa sunulması gerekir. Ama aşıyı bulanlar kazanacakları milyon dolarları şimdiden konuşmaya başladılar. Bu bakımdan Avrupa Birliği’nin de içine girdiği sorunların başında bir ekonomik birlik olmanın ötesine gidilememesi var. AB’nin ekonomiyle ilgili Maastricht Kriterleri vardır. O kriterlere sonuna kadar bağlı kalıyorlar ancak Kopenhag Siyasi Kriterleri söz konusu olduğunda bu kriterleri yerine getirmiyorlar. 

Türkiye ile AB, Gümrük Anlaşması imzaladı. Kopenhag Siyasi Kriterlerinden çok çok uzağa düşen Türkiye’ye karşı AB; ‘ciddi kaygılarımız var’ deme dışında tek bir adım atmıyor. Oysa AB’nin elindeki araçlarla, Türkiye ve Macaristan gibi otoriterleşen ülkelerin insan hakları ve demokrasiye dönmeleri için caydırıcı yaptırımlar yapabilir. Ancak tam tersi yaşanıyor. Bunun da sebebi kapitalist tekellerin çıkarlarıdır. Kapitalist tekeller, Türkiye gibi ülkelerde ihale aldığı ve ekonomik çıkarlar söz konusu olduğu sürece siyasi anlamda ulaşılması gereken insan hakları ve demokrasi değerlerine ulaşılamayacaktır. Çünkü her zaman ekonomik rant sağlayarak, kendi içerisindeki otoriter sistemi yürütebileceğini düşüneceklerdir. 

AB’nin ekonomi birliğinin, siyasi birliğe dönüşmesi gerekiyor. AB, umarım bu olup bitenlerden sonra demokrasi ve insan hakları standartlarından daha fazla taviz vermeden yapması gerekenleri yapabilir. Kapitalist Modernite kuralları geçerli olduğu için de bu ne kadar başarılır, emin değilim.

 Demokratik Yargıçlar Derneği Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin, “Türkiye’de Yargı Yoktur” kitabında, “Eğer yargı ve yargı faaliyeti esas işlevini devletin dışından, toplumsal talep ve beklentiler üzerinden geliştirmez ise, o zaman bir devlet dairesidir” tanımında bulunuyor. Bugün yargının durumunu buradan yola çıkarak siz nasıl açıklıyorsunuz?

Değerlendirmeye başlamadan önce Orhan Hocamız, şu anda bir soruşturma altında ‘ifade’ ve ‘özgürlük hakkı’ ihlalleriyle karşı karşıya. Türkiye’de yargı, çok problemli bir konu. Şu anda Anayasa Mahkemesi (AYM), bireysel başvuru yolu açıldıktan sonra AİHM’e başvuruları azaltmak için belli başlı konularda bir standart yakalamaya çalışıyor. Bunların başında mülkiyet hakkı, toplanma ve gösteri hakkı geliyor. AYM, ifade özgürlüğü ile ilgili yeni yeni kararlar vermeye başladı. AYM, durumun vahametinin farkında ve bir standart yakalamaya çalışıyor. Yargıda yapısal, sistemik sorun var. Bu yapısal, sistemik sorunun çözülmesi kolay değil. Yargı bir kültürle oluşur. Bu kültürün oluşması için Türkiye daha işin başındadır. Bunun için çok zaman gerekiyor. Üniversitelerde bize ‘hukuk yaşayandır’ diye öğretiliyor. Adalet mekanizmasını yaşayan bir canlı organizma gibi düşünmek gerekiyor. Bunun doğru bir şekilde büyümesi için de mücadele etmek gerekiyor.

Maalesef bir devlet dairesi durumu var. Yargı alanı bütün özlük haklarıyla Adalet Bakanlığı’na bağlı, müfettişlerin denetiminden işe alımlara kadar bakanlık yapıyor. Yani siyasi mekanizma işe alıyor. Elbette iktidar, yargının tamamını kullanmıyor ancak etkisi altına aldığı mahkemelerle bunu yapıyor. Doğrudan doğruya savcılıklar üzerinden bunu yapmaya çalışıyor. Bunun önüne geçmek için de yargıçların iktidara karşı güvenceye sahip olabildikleri günleri yaratmalıyız. Şu anda Türkiye’de yargıçların kendi güvencesi yok. Anayasa Mahkemesi’nin kendi yargıçlarının güvencesi yok. Hatırlarsanız darbe teşebbüsünden hemen sonra AYM’nin iki yargıcı Anayasa’ya aykırı olacak şekilde gözaltına alınarak tutuklandı. Anayasa’da açık hüküm var; AYM’nin üyeleri ancak AYM tarafından yargılanabilir. AYM, kendi iki üyesine sahip çıkamadı. AİHM, bu konuda Türkiye’yi mahkûm etti. AYM, AİHM’in kendi üyeleri hakkında verdiği kararın gereğini hala yerine getirememiş durumda. O nedenle çabalar var ama yeterli değil.

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yargıda reform yapacaklarını duyurdu. Bu reformun altında ne yatıyor. Sorunlara çözüm getirir mi?

Bu açıklamaları Türkiye’nin içinde bulunduğu demokrasi ve insan hakları sorunlarından bağımsız ele almamak gerekiyor. Türkiye giderek otoriterleşen bir ülke. Meclis açık, seçimler yapılıyor ancak ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ denilen Anayasa değişikliğiyle yetkilerin tek bir kişide olduğu otoriter sisteme geçildi. Olağanüstü Hal’in (OHAL) devamını sağlayan yasalar uygulanıyor. Böylesi bir durumda reform yapılacağını söylemenin sahici bir durum olduğunu sanmıyorum. Bu olsa olsa 2019 yılında açıklanan ‘Yargı Reform Strateji Belgesi’nin devamı niteliğinde yapılacak değişiklikler olabilir. Kaldı ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeni sistemde seçildiğinde ilk yüz günde açıklayacağını vaat ettiği, ‘İnsan Hakkı Eylem Planı’nı hala açıklayamadı. Önceki vaatler yerine getirilemedi.  Ne oldu da yeniden reform kelimeleri kullanılmaya başlandı? Bunun konjonktüre bir durum olduğu ve uluslararası politik gelişmeleri karşılamak için söylendiğini düşünüyorum.

Nasıl bir yargı reformu gerekli?

Türkiye’de yargı reformu yapılabilmesi için mevcut Anayasa’nın değiştirilmesi gerekir. Anayasa değişikliği öngörülmeden yargı reformunun yapılacağını söylemek doğru değil. 2017 yılında kabul edildiği ilan edilen Anayasa değişikliğiyle neredeyse yasama, yürütme ve yargı tek bir güçte toplandı. AK Venedik Komisyonu, 2017 yılının Mart ayında Türkiye’deki Anayasa değişikliğiyle ilgili hazırladığı raporda, ‘Bu anayasa değişikliği gerçekleşirse yargı, yürütmenin denetimi altına girecek, yargı bağımsızlığı tamamen yok olacak’ tespitlerinde bulunmuştu. Maalesef hiç kimse Venedik Komisyonu’nun tavsiyelerine uymadı. Şu anda Hakimler Savcılar Kurulu’na (HSK) yapılan atamalar, yüksek yargının belirlenmesine kadar düzenlemelerin tüm yetkisinin Cumhurbaşkanlığı’nda toplanmış olması yargı alanındaki sorunların başında geliyor. Cumhurbaşkanının bu yetkileri yargıyı istediği gibi şekillendirmesine imkân veriyor. Bu bakımdan yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığını Anayasaya yazmanız yetmiyor. O tarafsızlığı ve bağımsızlığı sağlayacak mekanizmanın oluşturulması gerekir. Türkiye’nin Anayasa’sının şu anda birbiriyle çelişkili olduğunu, bu çelişki giderilmediği sürece yargı reformu yapılamayacağını çok açık ifade etmek gerekiyor.

Bir yandan reform dillendirilirken, diğer tarafta ihlaller insanların helikopterden atılmasına varmış durumda. ‘İşkence sıfır tolerans’tan nereye geldik?

Alaattin Çakıcı’nın tahliye olduğu, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’nın hapiste olduğu bir ülkede kimseyi reforma inandıramazsınız.

Türkiye’yi yönetenler sık sık ‘işkence yoktur, kötü muamele vardır’ diyorlar. Bunu da AİHM’in eskisi gibi ihlal kararı vermiyor olmasına dayandırıyorlar. Fakat ben tekrar hatırlatıyorum ki, AK Bakanlar Komitesi işkence ve kötü muamele iddialarıyla ilgili izlemelerini devam ettirdi ve Türkiye’ye yeni yükümlülükler getirdi. Helikopterden atılan iki kişi olayında askeri birlik veya jandarma fark etmiyor. Eğer olay yeri incelemesini savcı nezaretinde yapmıyorsanız zaten işkenceyi baştan kabul etmişsiniz. Bir usule uymamışsanız zaten orada bir işkence var demektir. Uyuşturucu suçu dışındaki bir ev aramasına köpekle gidiyorsanız ve o köpek şüphelilere saldırıp onları ısırıyorsa, bu bir işkence yöntemidir. Sokaktaki polis sizi durdurup, ‘ben devletim, sana istediğimi yaparım’ diyorsa, bu o kişi üzerinde bir korku yaratma yani bir güç gösterisinde bulunma eylemidir. Türkiye’deki yöneticilerin yapması gereken şey işkencenin varlığını yeniden amasız, fakatsız kabul etmek ve işkencecilerin üzerine gitmektir. 

Türkiye’de onlarca, yüzlerce insan gördüğü işkenceyi mahkeme huzurunda anlatmaya devam ediyor. Reform yapacaklarsa da önce olup bitenin ne olduğunu kabul etmelerinden geçiyor. İnfaz Kanunu değişikliği yaparak, TMK’den tutukluları hasta olsun olmasın içeride bırakıp, diğerlerini dışarıya salarsanız, Alaattin Çakıcı’nın tahliye olduğu, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’nın hapiste olduğu bir ülkede kimseyi reforma inandıramazsınız.

 Yeni Türkiye’nin benzetildiği Nazi Almanyası’nda yaşanan hukuksuzluklara dair kurulan Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemeleri’nde, yargıçlar da dahil hukuk dışına çıkanlar yargılandı. Almanya geçmişiyle böyle yüzleşti. Türkiye’de benzer bir yüzleşme gerçekleşebilir mi?

Türkiye’nin İstiklal Mahkemeleri geçmişi var. Geçtiğimiz günlerde Seyit Rıza’nın İstiklal Mahkemeleri kararıyla idam edilişinin yıldönümüydü. Kendisine itiraz hakkı tanınmadığı gibi adil yargılanma diye bir şey de yoktu. İstiklal Mahkemeleri yetmedi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruldu. Her dönem darbelerden sonra Sıkıyönetim Mahkemeleri kuruldu. Avrupa etkisiyle DGM’ler kaldırıldı. Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) 250’nci maddeyle yetkili mahkemeler, TMK 10. maddesi ile kurulan mahkemeler, şimdi özel yetkili mahkemeler 81 ile ve Ağır Ceza Mahkemesi olan ilçelerin tamamında kuruldu. Türkiye’nin geldiği nokta sayıca az olan mahkemeler tamamına yayıldı ve bu da TMK kararları kullanılarak yapılıyor. Türkiye’nin kendine özgü modeli hala canlı olarak yaşıyor. Almanya kendi geçmişiyle yüzleşti. Türkiye kendi geçmişiyle yüzleşemiyor. 

Sadece yargı alanında bile Türkiye İstiklal Mahkemeleri ile yüzleşirse, ben inanıyorum ki yargıda iyileşme anlamında olumlu gelişmeler sağlanacaktır. Birkaç ay önce Meclis Başkanı Mustafa Şentop, verdiği kanun teklifiyle Adnan Menderes ve arkadaşlarının idam kararını veren mahkemeyi geçersiz saydı ve mahkeme kararını yok sayarak, itibarlarını iade etti. Aynı şey İstiklal Mahkemeleri, 12 Eylül Sıkıyönetim Mahkemeleri için neden yapılmıyor? 

Türkiye’de bir de böyle bir tarafgirlik var. ‘Senin kahramanın’, ‘senin şehidin’ gibi ayrımcılık devam ettiği sürece bunun yargı kültürüne bir katkısı olmaz. Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi gerekir.

Güncel tartışmalarda Türkiye’deki yargısal pratik için “hukukun siyasallaştırılması” ya da “siyasetin hukuklaştırılması” tespitleri dikkat çekiyor…

 Geçmişle yüzleşilmeden geleceğe dair yeni bir sayfa açılamaz. Ama Türkiye, geçmişi kapatmaya çalışıyor. Şu an da herkes geçmişi kapatma derdinde. Geçmişi kapattığınız zaman suçları da kapatıyorsunuz.

Yargı mensupları, devlet içerisindeki güvenlik ve ekonomi bürokratları, kendilerini iktidar gibi düşünme pozisyonunda tutuyor. Öyle düşünmese bile onlar gibi davranıyor. Devlet, kanuna aykırı faaliyet yapamaz. Yargı, insanın temel haklarını çiğneyemez. Mesela, Abdullah Öcalan’a uyduruk gerekçelerle görüş yasağı koyamazsınız. Avukatları ile görüştürülmeyen birine nasıl avukat görüşü yasağı konuluyor? Türk yargı tarihine geçecek bir şey ve üniversitelerde ileride okutulacak. Sulh ceza, infaz hakimliği ve savcının bunun düşünmemesi ve talimatla iş yapmaması gerekiyor. Kobanê soruşturmasında yıllar sonra insanları niye tutukluyorsunuz, kendinizi neden kullandırıyorsunuz? Bunların temel sebebi de başta dediğim gibi geçmişle yüzleşmemek. Geçmişle yüzleşme, hataları kabul ederek, hakikatleri açıklamak ve onarıcı adaleti sağlama görevi anlamını taşır, ‘gelecekte benzer hataları yapmayacağım’ demektir. 

Avrupa bunu kısmen başardığı için daha ilerde, Türkiye bunu yapmadığı için hep daha geride kalıyor. Bunun için 28 Şubat 2015 tarihinde Dolmabahçe’de okunan deklarasyon çok büyük fırsattı, Türkiye bu fırsatı değerlendiremedi. Bu nedenle son 5 yıldır çok büyük kaybediyor. İnsan hakları mücadelesi verenler olarak hep hatırlatıyoruz; geçmişle yüzleşilmeden geleceğe dair yeni bir sayfa açılamaz. Ama Türkiye, geçmişi kapatmaya çalışıyor. Şu an da herkes geçmişi kapatma derdinde. Geçmişi kapattığınız zaman suçları da kapatıyorsunuz. 

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün hakimlere “Asıl olan adaletin yerine gelmesi. Hâkim, savcılardan beklentimiz, 'kim ne der ne düşünülür' şeklinde değil, 'dosya ne der, Anayasa ne der, hukuk ne der' şeklinde karar vermeleri” çağrısı oldu. Nasıl değerlendirdiniz?

Öncelikle bütün hâkim ve savcıları Adalet Bakanı’nın açıklamalarını dinlemeye ve uymaya davet ediyorum. Çünkü Adalet Bakanlığı aynı zamanda HSK’nin başkanıdır. Eğer Adalet Bakanı hâkim ve savcıların yapması gerekeni yüksek sesle söylüyorsa, hâkim ve savcıların buna uyması gerekir. Buna uyduğu için başına bir iş gelen bir hâkim, savcı olursa da zaten o zaman da ‘Adalet Bakanı onu koruyacaktır’ diye iyimser bir bakış açısıyla meseleye bakmak istiyorum. Sayın Adalet Bakanı da bu şekilde konuşarak aslında dolaylı yoldan bazı şeyleri ima etmek istiyor. Yani artık böyle davranın demek istiyor. Çünkü bizim gerçekten hukukun evrensel ilkelerine sahip çıkacak hâkim ve savcılara ihtiyacımız var. Bakanın bu şekilde konuşmasını cesaretlendirmek gerekiyor, desteklemek gerekiyor.

Alman Ceza Hukukçusu Prof. Günther Jacobs, “düşman ceza hukuku” ve “vatandaş ceza hukuku” şeklinde iki tür ceza hukukundan bahsediyor. Düşman ceza hukukunda “tehlikenin yeterli görülmesi” meselesine dikkat çekiliyor. Türkiye’de Kürtler yıllarca “tehlikeli” görülerek, hak ihlallerine maruz kaldı. Bugün ise iktidar aleyhine söz söyleyen herkes “tehlikeli” hale geldi. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye, düşman ceza hukuku yargılamasını çok uzun süredir sürdürüyor. Bunu da Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) her 5 yılda bir kabul ettiği ‘Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’ndeki iç ve dış düşman tanımlamasına uygun olarak gerçekleştiriyor. Biz bu konuda defalarca iktidarı uyardık. Bir kanun devleti diyorum, hukuk devleti demiyorum. Kanun devleti, vatandaşını düşman olarak tanımlamaz. Vatandaşınıza yabancı devletlerin size yönelmesi gibi ‘iç düşman’ tanımı yaparsanız, düşman ceza yargılamasını en baştan uyguluyorsunuz demektir. Türkiye’de mutlaka yapılması gereken iç düşman tanımından vazgeçilmesidir. Bundan vazgeçildiği zaman bu düşman ceza yargılaması pratiği ortadan kalkacaktır. 

MGK bir siyaset belgesi oluşturuyorsa, muhatabı Meclis’tir. Meclis’e sunmazsanız, o zaman siz bir kapalı devletsinizdir, açık devlet değilsinizdir. Demokrasilerde açıklık, şeffaflık, katılımcılık ve çoğulculuk vardır. Siz açık devlet değilseniz, demokrasinin diğer kriterlerini yerine getiremezsiniz. Bu uygulama yerleştikçe yayılıyor. Yargı kendi kendine yeni görevler çıkarıyor ‘acaba iktidara yaranabilir miyim’ diye. Artık liyakat bittiği için kariyer basamaklarını başka türlü gerçekleştirebilirsiniz. 

Bu yeni sistem öyle bir şey ki, benim gibi iktidarı eleştiren birisi bir kararname ile Cumhurbaşkanı Yardımcısı olabilir. Bu ülkeyi yöneten kişi istediği herkesle ilgili bir atama yapabilir. Böyle bir sistemi savundular ve referandumda kabul ettirdiler. Buradan çıkış yeni demokratik bir Anayasa ile mümkündür.

MA / Berivan Altan