Federe Kürdistan Bölgesi’nin Zînî Wertê bölgesine Mart ayında Kürdistan Demokrat Partisi'ne (KDP) bağlı bir grup pêşmergenin yerleştirilmesi gerilime neden oldu. Irak merkezi hükümeti ile Federe Kürdistan Bölgesel yönetimi arasında imzalanan Şengal anlaşması ve Garê bölgesine KDP’ye bağlı özel bir gücün kaydırılması, tansiyonu yükseltti. Ardından bölgede PKK’ye karşı “savaş” sinyali veren KDP Genel Başkanı Mesut Barzani’nin konutunda MİT yöneticilerinin de katılımıyla 27 Ekim’de yapılan toplantıda, Garê’ye yönelik operasyon kararı alındığı ortaya çıktı. Bu karar ve bölgede KDP’nin askeri hareketliliği, Kürtler arasında birakujî (kardeş savaşı) kaygılarına neden oldu. 

Deneyimli siyasetçi ve İmralı Heyeti Üyesi Hatip Dicle, Türkiye’nin baskısıyla KDP tarafından Federe Kürdistan Bölgesi’nde yaratılmak istenen gerilime ilişkin Mezopotamya Ajansı'nın sorularını yanıtladı.

Zînî Wertê’de başlayan ve bugün Garê ile devam eden, ön alınmazsa yarın bölgenin başka bir noktasında “kışkırtma”, “provokasyon” kartları çekiliyor. Murat Karayılan’ın, endişelerini dile getirmenin yanı sıra “duruma el koymasını” istediği Mesut Barzani’nin açıklaması, “Kürtler arası çatışmayı haram kıldık” kamuflajlı adeta bir “savaş” tutumu olarak yorumlandı. Bu gelişmeler KDP’yi aşan gelişmeler olarak yorumlanıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Yıllar önceydi... Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, yeni emekli olmuştu. Bir TV programında söyleşi yapan gazeteci, Başbuğ’a, ‘Devletimiz açısından tehdit sıralanmasını nasıl yaparsınız?’ diye bir soru sordu. Başbuğ’un yanıtı çok ilginçti: ‘Birinci sıradaki tehdit, Kuzey Irak’taki oluşumdur. (Siz bunu Güney Kürdistan’daki federe oluşum olarak anlayınız...) İkincisi; Musul ve Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesidir. Üçüncü sırada ise PKK tehdididir, diyebilirim’ şeklinde yanıtladı. Bunu ifade eden zat, sıradan bir askeri bürokrat değildi. Bugün AKP ve MHP ile birlikte faşist iktidar bloğunu oluşturan ve adına ‘Ergenekon’ denilen köklü Türk devlet kliğinin çok önemli bir elemanıydı. İşte bu devlet konseptinin, günümüzde de yürürlükte olduğundan şüphe edilmemelidir.

Zaten bunu daha sonraları Cumhurbaşkanı Erdoğan; ‘Kuzey Irak’ta yaptığımız hatayı, Kuzey Suriye’de yapmayacağız’ diyerek de ifade etmişti. Güney Kürdistan’daki bağımsızlık referandumu sırasında da Erdoğan başkanlığındaki Türk devleti, İran ve Irak’a öncülük yaparak, ABD’nin de onayıyla Musul-Kerkük’le birlikte, Kürdistan Hükümeti’nin denetiminde olan toprakların ve bu topraklardaki petrolün neredeyse yarısını Irak Ordusu’nun bilinen saldırısında kaybetmişti.

Bu gerçeklik unutulabilir mi? 

 KDP-PKK savaşının hazırlanması planı sinsice yürürlüğe konulmuştur. Her Kürdistan parçasındaki her Kürt, onbinlerce şehidiyle elde ettiği kazanımlar, bir büyük tehlikenin eşiğindedir.

Evet, ne yazık ki KDP bugünkü pratiğiyle, bu gerçekliği ‘unuttuğunu’ adeta ilan etmektedir. Emekli orgeneral Başbuğ’un, Türk devletine yönelik tehdit sıralamasında, ikinci olarak belirttiği ‘Musul-Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesi’ tehlikesi, bu operasyonla ortadan kaldırılmıştı. Birinci ve üçüncü sıradaki tehditlerin yok edilmesi için de günümüzde çok açıkça bir KDP-PKK savaşının hazırlanması planı sinsice yürürlüğe konulmuştur. Bu nedenle her Kürdistan parçasındaki her Kürt, onbinlerce şehidiyle elde ettiği kazanımlar, bir büyük tehlikenin eşiğindedir.

Esasen KDP, bugünkü pozisyonuna iki temel stratejik hatayla ulaşmıştır. Biri, Güney Kürdistan petrollerinin Türkiye üzerinden boru hatlarıyla taşınıp pazarlanmasından sonra elde edilen gelirin T.C Halk Bankası’na yatırılmasıdır. Bu durumda para musluğu, tamamen Türk devletinin kontrolüne girmektedir. Güney Kürdistan Hükümeti’nin ağırlıklı gelirinin buradan geldiği düşünüldüğünde, Türk devletinin bu kozu Kürtlere karşı nasıl bir silah olarak kullanacağını hesaplamak, hiç de zor değildir. Ayrıca Türkiye giderek ağırlaşan bir ekonomik kriz kıskacında iken, bu petrol, dolarları, kolay kolay Güney Kürdistan’a göndermeyeceği de çok açıktır.

İkinci stratejik hata nedir?

 Türkiye’nin amacı, Kürtlerin siyasal statü ve politik kazanımlarını yok etmek, Kürtleri Kürdistan’da bir daha ayağa kalkamayacak şekilde felç etmektir. Kimse bu vebalin altına girmemelidir.

KDP’nin Güney Kürdistan’da kendi denetimindeki bölgede, Türk devletine 23 askeri üs ve 16 gizli MİT üssü vermesidir. Yani Güney Kürdistan’ın önemli bir kısmı, aslında fiilen Türk devletinin işgali altındadır. Türk Ordusu’nun girdiği yerden, bir daha çıkmayacağı hususu da unutulmaması gereken bir gerçekliktir. Bu durumda KDP, Türk devleti karşısında, halkımızın yerinde bir deyimiyle; ‘sakalını çoktan kaptırmıştır...’ Bu pozisyon Ortadoğu satrancında, bir tarafı sürekli olarak ‘şah ve mat!’ pozisyonunda tutmaktadır. Kaldı ki bu adımların, KDP tarafından bir stratejik hata mı, yoksa bilinçli ve hesaplı bir politika sonucunda mı atıldığı, çok derin bir tartışma konusudur.

Bu somut gerçeklik dikkate alındığında, Zînî Wertê’den Garê’ye, belki de yarın Şengal’e yönelecek olan KDP’nin özgürlük gerillasına yönelik muhtemel askeri saldırılarının kaynaklandığı siyasi merkezin, Ankara olacağından asla şüphe edilmemelidir. Türk devletinin amacı, Kürtlerin çok büyük bedellerle kazandıkları siyasal statü ve politik kazanımlarını tümden yok etmek ve Kürtleri Kürdistan’da bir daha ayağa kalkamayacak şekilde felç etmektir. Kimse bu vebalin altına girmemelidir.

 Savaş kararının 27 Ekim’de Barzani’nin evinde aralarında MİT yöneticilerinin de olduğu kişilerin katılımıyla düzenlenen bir toplantıda alındığı, davet edilseler de Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) ile Goran (Değişim) Hareketi’nin toplantıya katılmadığı öğrenildi. Federe Kürdistan Bölgesi’nde bulunan Kürt partilerinin bu tutumu, yaratılmak istenilen gerginliği azaltma noktasında nasıl bir rol oynar?

KDP’nin Garê’ye güç kaydırmasından ve HPG Komutanı Sayın Karayılan’ın derin bir sorumluluk ifade eden sabırlı ve itidalli açıklamalarından sonra; YNK Sözcüsü Sayın Pire’nin ‘Karayılan’ın yaklaşımı desteklenmelidir’ şeklindeki sözleri, YNK’nin yaklaşan büyük tehlikeyi gördüğüne işaret etmektedir. Hem YNK hem de Goran Hareketi’nin bu politik duruşu ve Güney Kürdistan halkının, Kürdistan’da bir iç savaş istemeyen keskin iradeli tavrı, şüphesiz ki takdire şayan tutumlardır. Umarım bu durum, Türk devletinin KDP’ye yönelen dayatmaları karşısında, KDP’ye de olumlu noktadan yeni bir değerlendirme yapmak imkanını verecektir.

Ulusal birliğe yönelik söz konusu müdahalelerin Ortadoğu’ya etkileri ne olur? Olası bir saldırıda Kürt halkı, dört parçada nasıl etkilenir?

Kürtler arası silahlı bir iç çatışma, özgürlük mücadelesi veren halkımızın geleceği ve mevcut kazanımları açısından, tek kelimeyle tam bir ‘felaket’ getirir. Tüm Kürdistan parçaları, bundan olumsuz etkilenir. Ne yazık ki tek kazanan da Türk devleti ve DAİŞ gibi, Kürt halkının yeminli düşmanları olur. Öte yandan iç savaş, halkımızın bağrında kolay onarılamayacak ve her gün özgürlüğü için büyük bedeller ödeyen mazlum halkımızın morali üzerinde de büyük tahribatlar yapar. Deyim yerindeyse, sonuçta öfke ile kalkan, zararla oturur!..

Böylesi bir iç çatışma, DAİŞ’e karşı mücadelede ve özellikle de Kobanê savaşında, Kürt halkının dünya halkları arasında kazandığı itibarına gölge düşürür. Türk devletinin diplomatik girişimlerinde kullandığı; ‘Kürtlerin millet olmadığı, aşiret yapılanmasında çakılıp kaldıkları...’ antipropagandasına da zemin sunar. Bunların tümü bir arada düşünüldüğünde, neden ‘felaket’ tanımlamasını yaptığımız daha iyi anlaşılır.

En büyük olasılık, Türk devletinin teşvikiyle, DAİŞ ve El KAİDE çetelerinin Kandil’i bir karargah haline getirmeleridir. Bunun Kürt halkına, Ortadoğu halklarına ve hatta tüm dünyaya yeni bir baş belası çıkaracağı kesindir.

Öte yandan, bir an için varsayalım ki KDP, Türk devleti ile beraber, PKK’nin gerilla güçlerini savaş yoluyla Medya Savunma Alanları’ndan çıkardı. O stratejik dağlık bölgenin öyle boş kalacağı mı düşünülüyor? En büyük olasılık, Türk devletinin de desteği ve teşvikiyle, DAİŞ ve El Kaioe çetelerinin Kandil’i bir karargah haline getirmeleridir. Böyle bir durumun Kürt halkına, Ortadoğu halklarına ve hatta tüm dünyaya yeni bir baş belası çıkaracağı kesindir. Bu nedenle, aslında PKK gibi bir insanlık hareketinin, Kandil’de ve Medya Savunma Alanları denilen Güney Kürdistan’ın bu dağlık ve stratejik bölgelerinde bulunması, oraların şer yuvalarına dönüşmesini engellemesi, tüm insanlığa en büyük bir hizmet olarak değerlendirilmelidir.

Üstelik Kandil’in de içinde olduğu Medya Savunma Alanları, öyle küçük bir bölge de değildir. Geçmiş yıllarda bir TV kanalında, emekli Türk generallerinden Osman Pamukoğlu’na şöyle bir soru sorulmuştu: ‘Türk Ordusu tüm gücüyle Kandil’e girip, bir seferde oraları terörist unsurlardan temizleyemez mi?’ Pamukoğlu’nun şu yanıtı ilginçti: ‘Kandil dediğimiz alan, öyle küçük bir alan değil ki... Derin vadiler ve çok yüksek dağlardan oluşan oldukça engebeli bir bölgedir. Örneğin bir ütüyle o bölgeyi tamamen düz bir alana çevirebilseydik, Türkiye yüzölçümü kadar bir alan ortaya çıkardı. Bu nedenle, öyle sözünü ettiğiniz şekilde bir harekat icra edilemez, ayrıca başarılı da olamaz!..’

Yine bu konuyu değerlendirirken, rahmetli Mam Celal’in (Celal Talabani), Türk devletini siyasi çözüme ikna etmek için, bizzat devlet yetkililerine söylediği şu sözler, hiçbir zaman unutulmamalıdır: ‘Kandil bir dönem, YNK’nin ana karargahıydı. Saddam orayı bizden almak için tüm gücünü seferber ettiği halde bunu başaramadı. Bu sorunun askeri çözümü yoktur!..’

Belirtilen tüm bu nedenler bir arada değerlendirildiğinde, muhtemel bir iç savaşın Kürt halkına ve hatta tüm Ortadoğu halklarına büyük bir zarar vereceği ayan beyan ortadadır. O halde halkımıza hiç bir kazanç getirmeyecek, böylesi bir adım asla ve asla atılmamalıdır.

 Yaratılmak istenen bu gerginliğin "birakujî"den çıkıp, Kürt soykırımına dönüşebileceği uyarılarına katılıyor musunuz?

KDP güçleriyle, özgürlük gerillası arasındaki olası bir silahlı çatışmanın, Türk devletine yeni askeri hamleler için tarihi fırsatlar yaratacağı açıktır. Birkaç hafta önce Türk Dışişleri Bakan Mevlüt Çavuşoğlu’nun ‘PKK Erbil’i almak istiyor!..’ şeklindeki açıklaması, muhtemel bir çatışma durumunda, Türk devletinin başlatacağı operasyonun da habercisi gibidir.

Böylesi bir durumda, Türk devletinin önce Güney Kürdistan’da, özellikle de Musul-Kerkük hattında, DAİŞ’i harekete geçireceği, büyük bir olasılıktır. Türk ordusu bu aşamadan sonra tanklarını iki koldan harekete geçirip, bir kolunu Hewlêr; diğer kolunu ise Musul ve Kerkük’e yönlendireceği muhtemeldir. Şüphesiz ki bu harekat sırasında; ‘Bu toprakları işgal ve ilhak etmek, benim devlet olarak tarihi rüyamdı; işte şimdi bunu gerçekleştiriyorum!..’ demeyecektir. 'Bizans'ta oyun çoktur' derler... Türk devleti bu gerçek niyeti yerine; ‘Erbil ve Musul-Kerkük’ü DAİŞ ve PKK işgalinden korumayı hedefliyorum!’ diyecektir. Tıpkı 1974’te Kıbrıs işgalini ‘Barış!’ için yaptıklarını söyledikleri gibi... Ya da Rojava’yı işgalin adını ‘Barış Pınarı Harekatı’ koydukları gibi... 

PKK defalardır resmi olarak, 'Meşru savunma dışında asla saldıran taraf olmayacağız' dediğine göre, KDP’nin sebep olabileceği, böylesi muhtemel bir felaketin, ‘birakujî’yi çoktan aşıp bir soykırım operasyonuna dönüşeceği, çok açık değil midir?  Bu durumda artık ortada, bir ‘Federe Kürdistan’ statüsü kalabilecek midir? Türk devletinin Kürtlere yönelik imha konseptini çok iyi bilenler, böylesi felaket senaryolarının gerçekleşebileceğini de, çok berrak bir şekilde sezinleyerek, kötü sonuçlarını hesaplayabilmektedirler. Umarım akıl ve izan kazanacaktır! Kürt halkı ve kazanımları yanlış hesapların, yalana dayalı vaatlerin kurbanı olmayacaktır.

 KDP ile Irak Merkezi Hükümeti arasında 9 Ekim’de Şengal’e yönelik yapılan anlaşmayla “YBŞ Şengal’den çıksın” denildi. Bu anlaşmanın PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın uluslararası komplo ile 1998 yılında Suriye’den çıkarılmasının ve Serêkanîyê ile Grê Spî operasyonlarının gerçekleştirildiği tarihle aynı güne denk getirilmesi, 8 Kasım’da TSK savaş uçaklarının Şengal’i bombalaması nasıl yorumlanmalı, sizin bu konuya dair değerlendirmeleriniz nelerdir?

İki ay kadar önce, ABD’den bir yetkilinin açıklaması haber ajanslarına düştü. Bu yetkili açıklamasında, Şengal sorununun Türkiye, Irak ve Kürdistan hükümeti arasında, görüşmeler yoluyla çözümlenmesini istiyordu. Şengal, resmi olarak Irak’ın bir parçasıdır. Bu nedenle müzakerelerde Irak’ın ve Irak’la federasyon temelinde bağı olan Kürdistan hükümetinin yer alması anlaşılırdır. Fakat Türk devletinin bu müzakerelerde yer alması, uluslararası hukukun hangi kuralından güç almakta olduğu ise bilinmemektedir.

Sonuçta öyle anlaşılıyor ki, daha önce Şengal demokratik yönetimini resmen tanıyan ve bu temelde ilişkilenen Irak Merkezi Hükümeti Başbakanı üçlü görüşmede, topu KDP ve Türk hükümetine atmıştır. Açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki, Kürdistan hükümetinin diğer iki koalisyon ortağı olan YNK ve Goran Hareketi, bu görüşmelerin tarafı bile değillerdir. Çünkü böyle bir anlaşmayı kabul etmemektedirler. Anlaşma ise öz olarak Şengal Demokratik Özerk Meclisi’ni ve özsavunma gücü olan YBŞ’yi tanımamaktadır. Anlaşma kamuoyuna duyurulduktan hemen sonra, ilk resmi destek açıklamasının T.C Dışişleri Bakanlığı’ndan gelmesi ise manidardır. Bu planın temel olarak Şengal’i ikinci Kandil olarak adlandıran Türk devleti ve KDP arasında gerçekleştiği anlaşılmaktadır.

 ‘Şengal Planı’ çerçevesinde tanınmayan, eline silah alan o toprakların öz çocukları, nasıl ve hangi hakla ‘yabancı bir güç’ olarak nitelenmektedir? Bu plan, DAİŞ’in yarım bıraktığı Êzidî soykırımının tamamlanması niyeti değil de nedir?

Şengal’in Êzîdi Kürtler açısından neyi ifade ettiği ise bilinmektedir. 3 Ağustos 2014’te gerçekleşen DAİŞ’in vahşi soykırım saldırısı sırasında, pêşmerge güçlerinin Şengal’i savunmadan vazgeçip geri çekilmesinin, yine KDP tarafından talimatlandırıldığı da bir başka gerçektir. HPG ve YPG askeri olarak Şengal’e müdahale edip, Êzidî halkının tamamının soykırımla imhasını önlemişlerdir. Bu DAİŞ saldırısında esir alınan ve pazarlarda satılan binlerce Êzidî Kürt kadını hala kayıptır. Yani Kürt halkının onur ve şerefi ayaklar altına alınmıştır. PKK sürece müdahale edip, Êzidî halkının özerk yönetiminin ve silahlı öz savunma birliklerinin (YBŞ) oluşmasına öncülük edip destek vermiştir. 2018 yılında da, Şengal’deki HPG gerilla birlikleri bir törenle alandan çekilmişlerdir.

Şimdi bu ‘Şengal Planı’ çerçevesinde tanınmayan, işte bu kaos sürecinde binbir emekle oluşan Özerk Meclis ve Êzidîlerin öz savunma örgütüdür. Yani Şengal halkının öz yönetimi ve buna bağlı olan YBŞ öz savunma gücüdür. Zaten vicdanları isyan ettiren de bu durumdur. Eline silah alan o toprakların öz çocukları, nasıl ve hangi hakla ‘yabancı bir güç’ olarak nitelenmektedir? Şengal halkının seçimle oluşturduğu Demokratik Meclis’in iradesi neden reddedilmektedir? İlan edilen bu plan, 73’üncü Êzidî fermanının ya da başka bir ifadeyle DAİŞ’in yarım bıraktığı Êzidî soykırımının tamamlanması niyeti değil de nedir?

 Şengal Demokratik Meclisi ve içinde Arapların da olduğu Şengal halkı, bu anlaşmada kendi düşüncesine ve iradelerine başvurulmadığını belirterek, anlaşmayı “gayri-meşru” ilan etti…

Bu nedenle ‘anlaşma ölü doğmuştur’ denilecek durumdadır. Şüphesiz ki doğru ve meşru olan, Şengal Demokratik Meclisi’nin ve bir bütün olarak Şengal halkının onayı alınarak, Şengal Bölgesi’nin Kürdistan Federe Yönetim sistemi içinde otonom bir bölge olmasıdır. Bu statü, Êzidî halkının hakkıdır... Şengal’in güvenliği de YBŞ tarafından sağlanmalıdır. Nitekim Şengal Demokratik Özerk Meclisi, kendisini 3’üncü taraf olarak ilan ederek, Kürdistan Federe Yönetimi ve Irak Merkezi Hükümeti’ne müzakere çağrısı yapmış ve sorunun görüşmeler yoluyla demokratik çözümüne hazır olduğunu deklare etmiştir. Tüm Kürdistan ve Şengal halkının çıkarına olan da bu demokratik yoldur... Uzatılan bu el tutulmalıdır.

Murat Karayılan, “Bizler, ne olursa olsun iç sorunlarımızı diyalogla çözmeye hazırız" çağrısında bulundu. Kürt şair Cigerxwin'nin "Hûn nebin yek, hûnê herin yek bi yek (Birlik olmazsanız, bir bir yok olursunuz)” şeklindeki sözü göz önünde bulundurularak, Kürt güçleri arasında yaratılmak istenen gerginliğin son bulması için taraflar neler yapmalı?

Şüphesiz ki bu tehlikeli gerginliğin bir an önce sona ermesinde, tüm taraflara, her Kürdistani örgüte ve her Kürdistan yurtseverine düşen görevler vardır. Başta PKK Yürütme Komitesi Üyesi Sayın Karayılan olmak üzere, KCK yöneticilerinin itidalli davranış, söylem ve üslupları, her türlü takdirin üzerindedir. KDP’nin bazı üst düzey yöneticileri gibi tahrik edici, meydan okuyucu ve kavgacı bir üslup kullanmamışlardır. Başta YNK ve Goran Hareketi olmak üzere Başur, Rojava, Rojhilat ve Bakûrê Kürdistan partilerinin, demokratik kitle örgütlerinin tavrı ve çağrıları, ulusal birlik çizgisini güçlendirici bir tarzda olmuştur.

Hiç bir Kürdistani herhangi bir devletle işbirliğine girmemelidir. Ayrıca her Kürdistan parçasında sömürgeci ve işgalci devletlerin, Kürtleri yok etme siyasetine karşı, silahlı mücadele yürütmek zorunlu hale gelebilir.

Ancak bu gerginlik, ‘Nasıl bir ulusal birlik?’ sorusunun da tartışılması gerektiğini gündeme getirmiştir. Kuşkusuz ki Kürdistan yüzyıl önce parçalanırken, Kürdistan halkının iradesi dışında bölünmüştür. Bu nedenle Kürdistan’ı bölen devlet sınırları, Kürt yurtsever güçlerince meşru olarak görülemez. Her parçanın partileri, Kürdistan’ın her karış toprağında özgürce çalışabilir, örgütlenebilir. Parçacılık zihniyetinin mutlaklaştırılması hem istenmeyen çatışmalara yol açar hem de ulusal birlik yoluna, deyim yerindeyse mayınlar döşer. Şüphesiz ki her Kürdistani parti çeşitli devletlerle ilişkiler sürdürebilir ancak hiçbir parti, diğer bir Kürdistani örgüte karşı, onun aleyhinde herhangi bir devletle işbirliğine girmemelidir. Ayrıca her Kürdistan parçasında sömürgeci ve işgalci devletlerin, Kürtleri yok etme siyasetine karşı, silahlı mücadele yürütmek zorunlu hale gelebilir. Böyle bir durumda, hiç bir Kürdistani hareket saldırgan devletle işbirliğine girmek suretiyle birakujî denilen kardeş savaşında yer almamalıdır. Kuşkusuz ki bu tür ‘ulusal yasalar’ daha da çoğaltılabilir.

Bir diğer ilke de şu olmalıdır: Kürdistani partiler kendi aralarındaki çeşitli sorunları, mutlaka diyalog içinde siyasi yollardan çözmeli, birbirlerine karşı nedeni ne olursa olsun silah kullanmayı, akıllarına bile getirmemelidirler. Bunu da Kürdistan’da ‘ulusal bir yasa’ haline getirmeliyiz. Diğer çok önemli bir husus da geri, ailesel-aşiretsel-inançsal zihniyetlere karşı büyük bir zihniyet mücadelesine girmeli ve demokratik zihniyeti hem ilişkilerimizde, hem de tüm çalışmalarımızda egemen kılmayı inatla, ısrarla yürütmeliyiz. Aklın yolu da budur...

Son olarak Joe Biden, henüz ABD başkan adaylığı kesinleşmeden, New York Times gazetesine verdiği bir mülakatta, Erdoğan'ı "otokrat" olarak nitelendirmişti,  daha önce yaptığı açıklamalarda da Suriye'de Kürt grupların desteklenmesi gerektiğini belirtmişti. Biden’in başkanlığa seçilmesi Ortadoğu’da, özellikle Federe Kürdistan ve Suriye’de nasıl bir etki yaratacak? Dengeleri değişir mi?

3 Kasım’daki ABD seçimlerinde demokratların adayı Joe Biden, Amerika’nın 46’ncı başkanı seçildi. Cumhuriyetçilerin adayı olan Donald Trump ise nadir olarak sadece dört yıllık görev yapan ABD başkanları arasına katıldı. Ama hiçbir başkan, Trump gibi, tam bir tüccar zihniyetiyle görev yapmadı. Amerika’nın üst düzey devlet yapısı içinde Beyaz Saray- Pentagon-Dışişleri Bakanlığı-CIA arasındaki ilişkileri, onun kadar hiç kimse tahrip etmedi. Seçimde Washington D.C'nin 3 delegesini, ezici çoğunlukla Biden’ın alması bile, Amerikan devlet bürokrasisinin Trump’tan ne kadar rahatsızlık duyduğunu gösteren, önemli bir gösterge oldu. Yine hiçbir ABD Başkanı, Trump kadar dünyanın diğer devletlerindeki otokrat, diktatör liderlerin dostu ve destekçisi olmadı.

 Unutulmamalı ki, Başkan Öcalan 1999 yılında uluslararası komploya uğradığında, ABD Başkanı Demokrat Başkanlardan Bill Clinton idi. Bu nedenle ABD devlet politikalarında, Kürtlere yönelik köklü değişiklikler beklemek, gerçekçi olmaz. 

Bilindiği gibi en büyük dostlarından biri de Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan idi. Trump, Halk Bankası davası, S-400’ler gibi, ABD Kongresi’nde büyük tepki çeken sorunlarda bile, Erdoğan’a kol-kanat gerdi. Onu korudu. Kongreyi bu sorunlardan dolayı yaptırımlar uygulamasını yetkileri çerçevesinde engelledi. Kısacası Erdoğan, bu seçim sonucuyla, bir büyük kadim dostu ve koruyucusunu kaybetti. Trump, Erdoğan’ın Suriye’de Rojava’yı işgal ve ilhak politikasını destekledi. Jeffry gibi bürokratlarla, Kürt halkına karşı düşmanca politikalar izledi. Libya’da, Irak’ta ve NATO içi sorunlarda, hep Erdoğan’ın yanında yer aldı. Biden, şüphesiz ki Trump gibi Erdoğan’a ve onun yayılmacı politikalarına destek vermeyecektir. Zaten seçimler öncesindeki bir konuşmasında, Erdoğan için “otokrat” nitelemesini yapması bile, Türk devleti ve ABD ilişkilerinde yeni bir dönemin başlayacağının işareti oldu.

Trump’ın yarattığı AB ve ABD arasındaki sorunların çözülmesiyle, Erdoğan’ın bu iki güç arasındaki çelişkilerden yararlanma politikasının da sonuna gelindi. Biden’ın süratli bir şekilde ABD-AB arasındaki sorunları çözeceği yüksek bir beklentidir. Bundan sonra Ankara yönetiminin Suriye’de, Rojava’da, Güney Kürdistan’da, Irak’ta ve Doğu Akdeniz’de Trump dönemindeki gibi bir rahatlık içinde olamayacağı çok açıktır. Yine unutulmamalı ki, Sayın Öcalan 1999 yılında uluslararası komploya uğradığında, ABD Başkanı Demokrat Başkanlardan Bill Clinton idi. Bu nedenle ABD devlet politikalarında, Kürtlere yönelik köklü değişiklikler beklemek, gerçekçi olmaz. Ancak Serêkaniyê ve Girê Spî işgallerinde, Trump’ın Kürtlere karşı mafyavari tavırlarının ya da Efrin’in işgali döneminde Trump’ın sessizce Türk devletini destekleyen politikalarının, bu dönemde devam etmeyeceği öngörülebilir.

Genellikle ABD’de Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, bu seçimdeki gibi istisnalar dışında, 8’er yıllık iktidarlar şeklinde, adeta dönüşümlü bir yönetim sistemi uygular. Genelde Cumhuriyetçiler daha şahin politikalarla, deyim yerindeyse vurup, kırar, Demokratlar ise daha güvercin politikalarla, neşter vurulan yerleri tedavi etmeye çalışırlar. Bu nedenle Biden döneminde, ABD’nin İran, Rusya, Çin gibi devletlerle ilişkilerinin, uzlaşmalar yoluyla yumuşatılacağı da beklenebilir.

MA / Emrullah Acar