Güncel

Özarslan: Demokrasi bloğu yüzde 30’lara çıkabilir

Abone Ol

Tarihsel referanslara başvurmak, Türkiye’nin bugününü anlamak için elzem. Keza iktidar sürekli kendi yazdığı bir tarih anlatısı üzerinden politikalarını oluştururken, ona karşı güncel mücadele biçimlerinin ne olması gerektiğine dair tarih sayfaları ipuçları veriyor. Tarihçi ve sosyolog Osman Özarslan, İkinci Meşrutiyet’in kuruluşu, Abdülhamit’e karşı oluşan muhalefetin içinde bir başka tek adam rejimine evrilen dört yıllık süreci hatırlatıyor. 

AKP’nin Abdülhamit’in politikalarına benzer bir şekilde politika ürettiğine dikkat çeken Özarslan, bugün çıkışın demokrasi güçlerinin asgari müştereklerde yan yana gelmesi ve sonrasının demokratik şekilde inşa edilmesi için kurumsallaşmanın önemini dile getirdi. Özarslan, Kürt hareketinin Türkiye’de demokrasi kültürünün oluşması açısından önemine değinerek, kendisinin de yetiştiği Türkiye sosyalist hareketine eleştiriler getirdi.

Bugünün Türkiye’sinin tarihsel kodları ile demokrasi güçlerinin toplumsal ve acil görevlerine dair Özarslan Mezopotamya Ajansı'nın sorularını yanıtladı.

Türkiye’nin mevcut koşulları tanımlanırken, tarihsel referanslar vermek, bugünü anlamak için elzem oluyor. Siz de bugünü anlamaya çalışırken, İkinci Meşrutiyet dönemine atıfta buluyorsunuz. Buradan başlarsak, ne gibi benzerlikler var ve bugünün politikalarını anlamamız için söz konusu dönem ne gibi katkılar yapabilir?

Bugün AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın tek adam-parti rejiminin bütün referansları ve kendisini kurgulamaya çalıştığı yer temelde Abdülhamit rejimini dönemlerine benziyor. Bunu da çok fazla gizlemiyorlar. Günümüzde yaşadığımız dönem bir tür “İkinci Tayyip Erdoğan” ya da “Üçüncü Abdülhamit Dönemi” olarak değerlendirilebilir. Abdülhamit 1876’da iktidara gelirken, batıda reform isteyen Jön Türk gibi güçlere, bir anayasa, kısıtlı da olsa parlamenter sisteme geçileceği ve Avrupa ile ilişkileri düzelteceği sözü vererek iktidara geliyor. Geldiğinde meşrutiyet ilan ediyor ve anayasa oluşturuyor. Fakat 1877’de Rus harbini gerekçe göstererek anayasayı askıya alıyor ve sonrasında yaklaşık 35 sene sürecek istibdat rejimi dediğimiz dönem başlıyor. 

Tayyip Erdoğan’ın da Abdülhamit’in de batılı güçlere ve içerdeki liberallere söz vererek iktidara gelmesinden daha çok asıl mesele, Abdülhamit de Tayyip Erdoğan’ın bugün yaptığı gibi kendi iktidarını kurumsallaştırmak için popülist bir rejim kuruyor. Bunun için belirli göstermelik hakları belirli kesimlere tanzim ediyor. En bilineni, kadınların tesettürle kamuda çalışma hakları. Sosyal birtakım kurumları geliştiriyor. Şişli Etfal ve Darülaceze onun zamanında kuruluyor. Bir taraftan sosyal devleti öbür tarafın da kamusal alanı geliştirmeye çalışıyor ki Osmanlı’nın içinde bulunduğu meşruiyet krizini aşmaya dönük. 

Bugün de bir tür meşruiyet krizi dile getiriliyor...

Örneğin şöyledir; Abdülhamit uzun yıllar Almanya ile çalışıyor, İngiltere’ye karşı. Sonra İttihatçıların arası iyileşince İngilizlere yaklaşıyor, Almanlara karşı. Bugün de tek adam rejiminin yaptığı jeo-stratejinin pazarlanmasıdır.

Tayyip Erdoğan’ın da 2014 yılından ciddi meşruiyet krizi var. O da dünyadaki selefi akımlara Katar eksenli destek vererek bunu aşmaya çalışıyor. Abdülhamit’in de böyle bir sorunu vardı. Abdülhamit’in döneminde selefiler olan Suudlar, kendisine ciddi eleştiriler yöneltiyordu. Bu durumu aşmak için siyasal İslamcı motifleri güçlendirdi. Hac alayları düzenliyor, bugün olduğu gibi Cuma selamlıkları yapıyor. İslam dünyası içindeki bir takım önemli düşünürleri, tıpkı Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi İstanbul’da topluyor. Bir tür İslam ümmetinin hamisi olmak, Osmanlı merkezli bir tür hilafet sistemi kurmak istiyor. Bugün mesela bir yüzücü “helva” dedi diye tutuklanması çıkartıldı. Abdülhamit döneminde de “ördek” demek yasaktı. Kendi burnunun ördek burnuna benzediği jurnalciler tarafından kendisine bildiriliyordu ve bunu bir tür hakaret olarak algılıyordu.

Tayyip Erdoğan da yaptığı Abdülhamit’in de geçmişte yaptığı, popülist bir tek adam rejimi kurmak, toplumun en yoksul kesimlerinin bir tür dinsellik söylemi etrafında konsolide etmek ve bunun yaparken de dış güçleri bir tür jeo-strateji ile idare etmektir. Örneğin şöyledir; Abdülhamit uzun yıllar Almanya ile çalışıyor, İngiltere’ye karşı. Sonra İttihatçıların arası iyileşince İngilizlere yaklaşıyor, Almanlara karşı. Bugün de tek adam rejiminin yaptığı jeo-stratejinin pazarlanmasıdır. Tüm bunların sonucunda kendisine 35 yıl süren bir tek adam rejimi kuruyor. Savaşlar var, Osmanlı ordusu teyakkuz halinde, yoksulluk var, basına karşı büyük bir baskı var. Şimdiki gibi jurnallerin ve devletin resmi gazeteleri aracılığıyla her şey iyiymiş gibi gösterilen bir ortam vardı. 

Aynı zamanda bu ortamda muhalefet kesimleri yok muydu?

Çok geniş bir muhalefet kesimi var. Bunların içerisinde Sırplar, Arnavutlar, Yahudiler, kısmen sosyalistler, geniş ölçüde Osmanlı liberalleri, gayri-Müslim kimi unsurlar ve daha sonra İttihatçi olacak milliyetçi birtakım nüveler bulunuyordu. Şimdi bunların hepsi 1908 Temmuz’unda birleşip, Abdülhamit’e karşı büyük bir isyan başlatıyorlar, bir piknik yerinde. Bir takım, yeme, içme ve tüketimle ilgili. Gezi Parkı’na benzer bir şekilde birtakım yasaklar üzerinden başlayan olaylar, Abdülhamit’in sonunu getirecek ve İkinci Meşrutiyet’e kadar varacak olan süreçleri tetikliyor. Burada bütün muhalifler birleşerek, parçalı yapıyı dağıtarak Abdülhamit rejimini deviriyorlar ama bu çok kısa süren bir şey. 1908, İkinci Meşrutiyet’in ilanıdır, 1909 Abdülhamit’in tahttan indirilmesidir, 1913 de İttihat ve Terakki’nin Bâb-ı Âli Baskını ile Saray darbesini yapıp, bir başka tür tek parti iktidarını kurduğu dönemdir.

Söz konusu iki farklı dönemdeki tek adam rejiminin politikaları için bu kadar benzerlikler bulunabiliyorsa, yıkılması için yapılması gerekenler arasında kimi benzerlikler bulabilir miyiz?

Burada siyasetin çok yapılılıktan başlayıp birdenbire homojenleşmesini görüyoruz. Geriye dönüp baktığımızda tek adam rejiminden kurtulmak için yapılması gereken çok net. Rejime muhalif olan bütün insanların asgari müştereklerde birleşerek, kendi ön yargıları üzerinden değil anlaşabilecekleri şeyler üzerinden bir araya gelmeliler. Ama bu tek adamlık rejiminin yeni bir formunu üretmemek için diğer seslere herkes saygı duymayı öğrenmeli, anayasal meşrutiyet sistemini yeniden kurmak gerekiyor. 

Günümüzde bunun ihtimalini görebiliyor musunuz?

 Ya Üçüncü Milliyetçi Cephe ya da Üçüncü Meşrutiyet. Üçüncü Meşrutiyeti kuracak olan muhalefet ve demokrasi güçleri, asgari müşterekler üzerinden değil kendi aralarındaki ayrılıkları daha da hassaslaştırma ve sivriltme üzerinden birbirleriyle ilişkilenmeye çalışıyorlar

Bana göre İstanbul seçimleri bunun bir numunesiydi. 31 Mart’ta kıl payı kazanılan ama Haziran ayında daha büyük bir farkla kazanılan İstanbul seçimleri, toplumun bütün kesimlerinin tek adam rejimine karşı birleşmesi sonucunda kazanıldı. Ama sonrasına baktığımızda, Türkiye’deki demokrasi kültürünün oturmamış olması, muhalif blokta olan insanların aslında Türkiye’de yeni bir Anayasal siyaset zemininden ziyade kendi tek adamlıklarının peşinde olma hevesini çok kısa sürede ortaya koyduklarından, onları seçimleri kazanmasını sağlayan sürece götüren, Kürtler, sosyalistler ve kadınlar gibi, merkezde durmayan ama merkezi konsolide edip, merkezdeki barikatı güçlendiren güçlere bir anda göz ardı edip arka plana itebildiler.  Tıpkı İkinci Meşrutiyet’te olduğu gibi İstanbul seçimlerinde de tek adam rejimini yenmenin imkanının ne olduğunu pratikte yaşadık. Ama öbür tarafta, bu pratik kurumsallaşmadığı oranda, tek adam rejimi kendisini çok uzatabiliyor. İstanbul seçimleri biteli üç yıl oldu ama sistem hala ayakta duruyor, kendini kurumsallaştırıyor. 

Bana göre formülasyon şu olmalı: Ya Üçüncü Milliyetçi Cephe ya da Üçüncü Meşrutiyet. Üçüncü Meşrutiyeti kuracak olan muhalefet ve demokrasi güçleri, asgari müşterekler üzerinden değil kendi aralarındaki ayrılıkları daha da hassaslaştırma ve sivriltme üzerinden birbirleriyle ilişkilenmeye çalışıyorlar. Tek adam rejimini kuran milliyetçi cephe, bunlara dışardan destek veren Destici’nin Büyük Birlik Partisi ve daha arka planda, tıpkı 1990 seçimlerinde olduğu gibi Refah Partisi, MHP ve Islahatçı Demokrasi Partisi’ni yeniden sisteme taşıyan tarikatlar, cemaatler, kontrgerilla güçleri mono-blok şekilde rejimin arkasında durmaya devam ediyorlar. Şu durumda demokrasi güçlerinin Üçüncü Meşrutiyet’inden ziyade, fiili olarak tek adam rejiminin Üçünü Milliyetçi Cephesini yaşamaya devam ediyoruz.

 Bu cepheye karşı oluşması gereken bütünlüklü bir demokrasi hareketinin temelleri güçlü mü?

Türkiye’deki en önemli mesele, demokrasi kültürünün ve bunları inşa edecek kurumların hiçbir zaman oturmamış olması. Demokrasiye yönelik talepler şu ya da bu sebeplerle her zaman Avrupa’dan geldi. Ülke içerisinde demokrasiyi isteyen bloklar, şu ya da bu şekilde ezilmişler, yok edilmişler. Burada tabii sosyalist hareketin güçlü olmaması, kadın hareketinin yeni olması, Kürt hareketinin de 1970’lerin sonlarından itibaren güçlü olmakla birlikte sosyalist niteliğinden ziyade, Türkiye halkı ve Türkiye soluyla ulusal mesele üzerinden ilişkilendirilmiş olması, Türkiye’deki demokrasinin kurumsallaşamamasının sebepleri arasındadır. Türkiye’de muhalefet kültürünün olmamasını da göz ardı etmemek gerekiyor. Muhalefet dediğimiz odaklar aslında bürokrasinin, ordunun ve değişik kampların birbirleriyle çelişmesi tarihi. İşçi sınıfı ya da hakiki muhaliflerin tarih sahnesine çıktığı dönem de var elbette. 71 süreci, 78 süreci, 90’lı yılların başı ya da 94’ten itibaren daha aktif şekilde Kürt hareketinin demokrasi mücadelesinin içine girip, bir baskı ve ağırlık merkezi oluşturması gibi.

Demokrasi kültürünün oluşmamasında Kürt meselesinde çözümsüzlüğün ya da demokrasiden yana olan çevrelerin bu konuda geri tutumlarının etkisi nedir?

Çok merkezi bir yerde duruyor. Osmanlının son döneminden bu yana Kürt meselesi, demokratik ve programatik olarak değil bilhassa devlet ve devletin içindeki farklı bloklar tarafından her zaman arkasına toplanılacak şoven bir blok, moda terimle yerli ve milliğin bir tür usturlabı olarak tasarlanıyor. Şimdi o kadar güçlü bir çekim kuvveti ki, geçmişte de öyle, Kürt meselesi söz konusu olduğunda rejim karşıtı olduğunu iddia edenlerin bir kısmı da merkezi güçleri daha güçlendiriyor. Örneğin, 1925’te Şeyh Said İsyanı başladığında, Şefik Hüsnü’nün Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fıkrası’nın Aydınlık Gazetesi, İsmet paşaya, Kürtleri nasıl tedip etmesi gerektiğini hakkında beyanatta bulunmuştur. Cumhuriyet rejimi Şeyh Said İsyanını bastırdıktan sonra ilk fırsatta Aydınlıkçıları zindanlara göndermiştir. Bu tarihin ironisidir.  Şovenizmin şu ya da bu renginin içerisinde bulunmak -geçmişte Şefik Hüsnü’nün bugün Doğu Perinçek’in Aydınlığı- muhalif güçlere alan açmıyor. Tersine mevcut merkezi güçleri daha da güçlendiren ve ülkenin içerisindeki kardeşleşme olanaklarını sabote eden, şovenizmi körükleyen, militarizmi daha da ateşleyen ve tüm bunların sonucunda ne işçi sınıfı ne kadınlara ne yoksullara herhangi bir şey vaat etmeyen hale geliyor. 

Bugün Demokrasi İttifakı içinde olması gereken güçlerin kimin arkasında duracağı ya da durmayacağı tartışıldığında karşımıza çıkan problematik yani “Kimin karşısında duracaksınız” sorusu, pratikte “Kürtlerin yanında durabiliyor musunuz” sorusuna verilen bir yanıttır. Dolayısıyla bu yanıtın ne kadar güçlü bir şekilde verildiği ya da verilmediği, Türkiye’de demokrasi kültürünün, demokrasi cephesi ya da ittifakının ne kadar güçlü olacağı ya da olmayacağına da verilmiş bir yanıt olacaktır. 1970’lerden itibaren, 80’lerde ve 90’larda, HEP’in Meclis’ten gönderilmesi, 94 konseptiyle Kürtlerin topyekun imha edilmesi girişimi, asit kuyuları, gözaltında kayıplar, köylerin topluca yakılması… Bunların tamamında solun parmakla gösterilecek birkaç bölüğü hariç, ana damarları, Kemalizmin kurucu ideolojisinin peşinden gitmiş, şoven söylemleri yeniden üretmişlerdir, hala da üretmeye devam ediyorlar

Bahsettiğiniz Üçüncü Milliyetçi Cephesi’nin, 1908’den sonra yapılanlar gibi toplu kıyımlara ve faşizmi daha fazla kurumsallaştırmaya gücü var mı? Ya da uluslararası konjonktür, atıf yaptığınız tarihsel süreçte olduğu gibi uygun mu?

Aslında Türk burjuvazisi ve devleti çok güçlü değil Türkiye halkları çok örgütsüz. Bunun yanın da Demokrasi İttifakı’nda bir türlü Kürtlerle yan yana durmuyorlar, asıl mesele bu. Öbür taraftan halkın örgütsüz olmasından kaynaklı olarak yani çok basit şekilde bir ailenin elektrik faturası bin TL’yi buluyor, insan çıkıp da “kardeşim bu nedir” demediği için tek adam rejimi alabildiğine pervasızlaşıyor. “Ben bunu da yaptım, orda da bomba patlattım, bir şey olmadı” diyor. Şunu yapamayacaklar diye bir şey yok. Devletin kıyıcılığı açısından bütün sınırlar aşılmış durumda. Bunun önünde demokrasi güçlerinin kendisi örgütlü bir şekilde çıkmalı. Sınıf hareketi şu ya da bu düzeyde gelişirse, bunların hepsi Kürt hareketiyle bir şekilde birleşebilirse bunun önünü alabiliriz. 

 Aslında Türk burjuvazisi ve devleti çok güçlü değil Türkiye halkları çok örgütsüz. Bunun yanın da Demokrasi İttifakı’nda bir türlü Kürtlerle yan yana durmuyorlar, asıl mesele bu. 

Türkiye’de İttihatçilikten kalma bir talan geleneği var. Aslında bu süreç Tanzimat’ın ilanına kadar götürülebilir. Tanzimat Kanunu dediğimiz şey, devletin vatandaşının can ve mal güvenliğini garanti etmesine ilişkin bir beyanname. Bunu ilk defa 1839’da ilan ediyorlar. Bir devletin vatandaşının can ve mal güvenliğini temin etmesi ve mülk edinmesini garanti almasından daha doğal başka ne görevi olabilir aslında bakınca. Ama bunu tekrar tekrar beyan ve ilan etmek durumunda kalıyorlar. 1856’da Islahat Fermanı ile tekrarlanıyor. 1908’de bir kez daha, Cumhuriyet’e geldiğimizde tekrar… Devlet sürekli olarak diyor ki, vatandaşımın can güvenliği ve mülk edinme haklarının arkasındayım. 1960’larda, 1982’den sonra ve 2002 AB kapılarında tekrar vurgulanıyor bunlar. Neden söyleniyor çünkü Türkiye’deki zengin sınıflar askeri militarizmle birlikte talancılıkla zenginleşmiş sınıflardan oluşuyor. 1923’ün arakasında 1915 Ermeni Tehciri var. 1945’in arkasında da 1942 Varlık Vergisi ve 1934’te Trakya’daki Yahudilerin mandıralarına el konulması var. 1960’ın arka planında, 6-7 Eylül var. Bir taraftan kendisi için talancılıkla zenginleşmiş yeni bir sınıf diğer taraftan da mafya ile militarizm arasında derin devletin güçlendirilmiş damarlarını yaratıyor. Sedat Peker’in ifşalarına da baktığımız zaman benzer bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Yeni Türkiye dediğimiz şey de aslında, Cem Uzanların talan edilmesiyle başlamış ve 15 Temmuz ile hukuki formasyonunu bulmuş bir talan iktisadından başka bir şey değil. Hendek olaylarında duvardaki yazılarından biri “Kurdun dişine kan değdi” yazıyordu. Bütün bu olayları açıklayan cümle budur. Kurdun dişinde kan var ve kan tadını bir defa almış bu yapılar bundan vazgeçemiyorlar; kolay yoldan para yapmak, terörizmle halkı korkutmak. Anayasal kurum tesis edip bunları çalıştırmak ya da halka sosyal halkları vermek yerine mafya-devlet iş birliğine dayalı rejimler tesis ediyorlar. 

Uluslararası konjonktür müsait. Türkiye gibi bir coğrafya da buna her zaman müsait. 1915 de Avrupa güçlerin denetiminde yaşandı. Osmanlının İttihatçi paşaları bunu yaptı ama arkasında Ruslar, Almanlar, Fransızlar ve İngilizler de vardı. Hrant Dink bunları söyleyerek gitti. Bütün az gelişmiş, kolonize edilmiş topraklarda olduğu gibi burada da emperyalizmin fay hatlarının üst üste bindiği ve en küçük enerji birikimlerinin rahatlıkla kırılmalara yol açtığı ve bu kırılmaların da içerden dışarıya, etnik savaşlara doğru evrildiği süreçler şeklinde yaşanıyor.  Avrupa medeniyeti sonuçta iki yüzlü bir medeniyettir. Kültür, sanat ve kurumlarıyla büyük bir medeniyet ama öbür taraftan çok rahatlıkla Edirne’den bu tarafta ne olduğuyla ilgilenmemeyi çok iyi başarabiliyorlar. Böyle bakıldığında rejim bunu yapabilir Avrupa da görmezden gelebilir.

Demokrasi İttifakı’nın oluşmasını gerektiğinin altını hem tarihsel referanslar hem de toplumsal ihtiyaçlar üzerinden çizdiniz. Bahsettiğiniz karanlık tabloya karşı bazı girişimler var, tartışılıyor. HDP’nin çağrısıyla sol, sosyalist partiler bir araya geldi. Bu durum bir fırsata nasıl çevrilir?

Bu durum da söylenecek aslında çok şey var ama ifade etmek zor. Türkiye tuhaf bir ülke, solcular bile solcu bile değil. Bu biraz devletten rol çalmaları ve devletin söylemesi gereken şeyleri, devletten önce kendilerinin söylemesini hak görmeleri. Dahası bunu yaparken ne tarihten ne de şehit verdikleri yoldaşlarından utanmamaları. Belirli çevreler var Türkiye’de. Bunlar her zaman niyeyse Kürt hareketi ve Kürt hareketine yakın daha geniş demokratik cepheden uzak duruyorlar ama aynı çevreler nedense CHP’ye yakınlaşmaktan bir beis duymuyorlar. Burada mesele şu değil, bugün beğenelim ya da beğenmeyelim “restorasyon güçleri” diyebileceğimiz güçlerin merkezinde CHP duruyor ve oyun kurucu olarak da birtakım hamleler yapıyor. Onların yarattığı sinerji ister istemez sağında İyi Parti’ye solunda HDP’ye ve onun da üzerinden bölük bölük sosyalist gruplara etki ediyor. Daha güçlü ve örgütlü bir merkez olmadığı için muhalefetin merkezinde CHP duruyor. Fakat burada birtakım çevrelerin potansiyeli tamamen Kürt meselesi üzerinden görüp Kürt hareketine yaklaşmak yerine, “emperyalizm”, “milliyetçilik”, “şovenizm” üzerinden okuyup, öbür taraftan CHP’nin yan yana durduğu İyi Parti ile yaklaşmayı kendilerine yedirebiliyorlar. Böyle olunca da insan anlamakta güçlük çekiyor. Emperyalizmse, CHP bu memlekete emperyalizmi taktim etmiş partidir, bunun tarihidir. Birleşmiş Milletler ve NATO’ya İsmet paşa tarihinde girildi. Gericilikse, imam hatipleri getirmiş olan parti CHP’dir. Toprak ağalarıysa, Adnan Menderes’i Meclis’e taşımış olan parti CHP’dir. İttihatçilikse, Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı olmasını sağlayan parti CHP’dir. O zaman hakikaten demokrasi güçlerinden yana mıyız, tek adam rejiminin karşısında mıyız, değil miyiz? Tek adam rejimi dediğimizde çok büyük bir şeyden bahsetmiyoruz. Sarayın kapsama alanı kadarsa. Saray, İletişim Bakanlığı, Beşli Çete, kendi ihdas ettiği kurumlar ve AKP’ye bağlı oligarklar topluluğudur. Muhalefet bloku aslında bu kadar geniştir. Solcuların bir kısmı, genişlemiş bir bloka girmemek ya da meselenin bir ucunda tutmamak için ciddi bir çaba sarf ediyorlar, bunu anlamak zor.

Sol ve CHP’nin ilişkiselliği açısından, Dr. Hayri Hazargöl’ün Yeni Yaşam’da yayımlanan yazısında şu ifadeler geçiyor: “Eğer HDP ve HDP dışındaki demokratik güçler yaptıkları ittifaklarla daha etkili mücadele verirlerse, CHP de AKP-MHP faşist ittifakına karşı daha etkin mücadele eder.” Bu açıdan Demokrasi İttifakı’nın geliştirilmesinin CHP ve farklı birçok partiye demokratik anlamda etki edeceğini öngörüyor musunuz?

Türkiye’deki burjuvazinin bir kesimini, sekülerizm ya da radikal demokratlık üzerinden kendisini tarif edenleri temsil eden CHP de, sol hareketler geliştiğinde solculaşmak zorunda kalıyor. Ama sol hareketler gerilediğinde büyük bir hızla şovenizme, faşizme, milliyetçiliğe ve hatta yobazlığa, tarikatla işbirliğine kolayca varabiliyorlar.

Birincisi, sosyalist olduğunu iddia edenlerin büyük bir çoğunluğu CHP’nin bugün maalesef gerisinde. Yani CHP’nin içerisinde birtakım bölükler, HDP’li siyasetçilerle yan yana gelmekten çekinmiyorlar, şu ya da bu düzeyde. En azından bunun teorisinin yapmaktan kaçınıyorlar, siyaseten bile olsa, mantıklı bir şekilde o alandan bir şey yaratmaya çalışıyorlar. Ama solcuların büyük bir kısmı, özellikle belirli geleneklerden gelenler, “Kürtlerle neden yan yana durmamak gerektiği” üzerine, kıymeti kendinden menkul, bir takım sosyalist referanslarla siyaset yapıyorlar ki bu CHP’nin yaptığından daha tehlikeli. “Kürtler anti-emperyalist değiller”, “dindardır”, “milliyetçilerdir” gibi bir sürü mesele. Sosyalist literatür içinde bunların söylediklerini doğrulayacak argümanlar tarihsel referanslar buluruz ama sonuçta siyaset dediğimiz şey güncelin içerisinden mevcut duruma uygun dahası statükoyu parçalayacak siyaset üretmektir. Bilinen bir referanstır. Gramsci, Ekim Devrimi’ne dair yazısında, “Kapital’e karşı devrimdir, Rus devrimi” der. Lenin hakikaten bekleseydi, “önce Avrupa’da devrim olacak, sonra Rusya’da kapitalizm gelişecek ve sonra biz devrim yapacağız.” Kitapta öyle yazıyor! Ama sonuç olarak, orda mevcut koşullarda başka bir analiz yapıp, başka bir tarihsel süreç yaratılmasını sağladılar. O bakımdan Türkiye’de, “ben sosyalistim” diyen blokların ciddi bir kısmı maalesef CHP’nin bile gerisinde. 

Şuna katılıyorum; demokrasi bloğunun müstakil bir alanda kendini geliştirmesi, CHP’nin milliyetçiliğe ve sağ muhafazakarlığa teşne taraflarını törpüleyecektir ya da CHP kendisini yeniden dizayn etmek zorunda kalacaktır. Bunun bir tarihsel referansı da vardır. 65’te TİP Meclis’e girince, 68 öğrenci hareketi ortaya çıkınca ve Türkiye’nin her yerinde sosyalist hareket dalga dalga başlayınca “ortanın solu” diye bir şey icat etmek zorunda kaldılar. Şimdi 1938’de Führer, Alman Parlamentosu’nda konuştu diye manşet atan da Cumhuriyet Gazetesi, Deniz Gezmişler idam edildiğinde ağıt yakanlar da Cumhuriyet Gazetesi. İşte bu ikisinin arasındaki fark biraz konjonktür ama daha ziyade toplumsal muhalefet alanının örgütlü ya da örgütsüz olması. Türkiye’deki burjuvazinin bir kesimini, sekülerizm ya da radikal demokratlık üzerinden kendisini tarif edenleri temsil eden CHP de, sol hareketler geliştiğinde solculaşmak zorunda kalıyor. Ama sol hareketler gerilediğinde büyük bir hızla şovenizme, faşizme, milliyetçiliğe ve hatta yobazlığa, tarikatla işbirliğine kolayca varabiliyorlar. 

Kurulmak istenen Demokrasi İttifakı, önümüzdeki süreçte temel rolü ne olmalı?

Türkiye’de en büyük mesele, Anayasal rejimin tamamen askıya alınmasından kaynaklı olarak, siyaset alanının ortadan kalkmasıdır. Bugün siyaset dediğimiz kurumu işletecek olan mekanizmaların hepsi ortadan kalkmış durumda. Tek adam rejimi, kendisine yönelmiş en ufak eleştiriye tahammüllü yok. Demokrasi güçleri, her şeyden önce siyaset alanını yeniden inşa etmelidir. Siyaset alanından kastım, parlamentonun yeniden işlevselleştirilmesi, Anayasal hakların yeniden tanınması ve iade edilmesi, işçi sınıfının haklarının tanımlanması ve iade edilmesidir. Grev, sendika, örgütlenme hakları dahil olmak üzere. 15 Temmuz’dan beri, üzerine de pandemi süreci eklendi ve hükümetin mütemadiyen söylediği gibi “Allah’ın lütfu” olarak, işçilerin, yoksul insanların en basit taleplerini, “darbe oldu”, “pandemi geldi” diyerek askıya alabiliyor. Demokrasi güçlerinin en acil ve tarihin bu gününde oynamaları gereken görev, Anayasal yurttaşlık temelinde siyaset kurumunun yeniden ihya etmek ve çalışır hale getirmektir diye düşünüyorum. 

Uzmanlık alanlarınızdan biri taşrada, kasabada, Anadolu’nun küçük kentlerinde gündelik yaşam ve siyaset üzerine. Sizce demokrasi güçlerinin ve sosyalistlerin buralardaki çalışmaları nasıl olmalı?

Ben Burdurluyum. Mesela orada HDP’nin merkezi siyasetini sürdürmek çok kolay değil ya da başka kasabalarda. Ama burada Kürt hareketiyle dirsek teması içerisinde olan sosyalist ya da demokratik güç daha inceltilmiş bir söylemle oralara girip, siyaset sürdürmelidir. Örneğin Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) belli bölgelerde uyandırdığı heyecan önümüzdeki dönemde demokrasi güçlerinin çok sesliliğinin nasıl olması gerektiğine ilişkin belki bir işaret fişeği olabilir diye düşünüyorum.

Geçtiğimiz günlerde Eren Keskin’in bir sözü haberlere yansıdı: “Yüzde 15 sayesinde umudumuzu korumak zorundayız.” Burada sayısal olarak söz edilen ancak nitelik olarak en politik ve bilinçli kesimleri de temsil eden yüzde 15’in değiştirme umudu sizce de bu kadar güçlü mü?

 Buradaki demokrasi bloğunu, insan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi temel meseleler üzerinden yeniden tanımlayıp, bir araya gelirsek, buradaki değişim umudu, yüzde 15’in daha üzerindedir.

Bence Türkiye’de değişim umudunun yüzde 15’ten çok çok daha fazla olduğunu düşünüyorum. Bunu rahatlıkla yüzde 30’lara çıkartmak mümkün. CHP, İyi Parti içinde, geçmişte Ak Parti’ye oy vermiş, “Elim kolum kırılsaydı da vermeseydim” diyen kent yoksulları ve çiftçiler Türkiye’nin her tarafında varlar. Yüzde 15’i, yüzde 30 yapabilir miyiz, çok rahatlıkla yapabiliriz. Kendi içimizdeki meseleleri, en azından asgari müşterekler üzerinden çözmemiz gerekiyor. Rejimin en büyük gücü, sosyalist hareketleri ve demokrasi bloğunu paramparça etmiş olmasıdır. Burada birbirimize söyleyecek sözümüz kalmamış. Herkesin geçmişten kaynaklı bagajları var. Dev Yolcular ile Kurtuluşçular, TKP’liler ile Maocu hareketten gelenler, Arnavutlukçular ile Latinciler ile başlayıp bunların üzerinden, Kürt hareketine yakın duranlar ile uzak duranlar, CHP’ye yakın ya da uzak olanlar diye bir süre bagajın üst üste binmesinden kaynaklı olarak paramca olma durumumuz var. Buradaki demokrasi bloğunu, insan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi temel meseleler üzerinden yeniden tanımlayıp, bir araya gelirsek, buradaki değişim umudu, yüzde 15’in daha üzerindedir. 

Birlik arayışları bu zamana kadar neden sürdürülebilir olmadı ve neden dağıldı, kurumsallaşmadı? 

Burada birkaç mesele var. Devrimcilerin doldurması gereken takım alanlarda devlet çok örgütlü. Bütün yapılarda kendisi için sürekli çalışan mekanizmalar var. Bunun en bilindik örneği Perinçek’tir. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) kurulduğu günden beri Türkiye’deki sol hareketin atomize ve demoralize olması ve imha edilmesi için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Bu en bilindik örnektir. Ya da 2000’li yıllar sonrası ortaya çıkmış olan Gökçe Fırat çetesi. Orduyu göreve davet edip, provokasyonlar yapıp, sonrasında FETÖ’cülerle bağlantısı çıkan bir ekip. Bunun dışından bilindik bilinmedik bir süre örnek var. Yani Devletin şu ya da bu kliğinin sistem içerisinde, muhalif hareket içerisinde örgütlü olması. 

İkinci mesele, devletin kendisinin örgütlü olmasına gerek kalmadan, Türkiye’deki muhalif olmaya aday birtakım çevreler çok rahatlıkla Türkiye’deki resmi söylemin arkasına takılarak, kitleleri götürüp karakolun önüne bırakıyorlar. Bunun en bilindik örneği Yön Hareketi’dir. Çok ciddi bir Anayasal demokrasi hareket olarak başlayan sonra 27 Mayısçı paşaların ardından devam eden, sonra 9 Mart komplosuyla bir yere varmaya çalışırken, 12 Mart ile tasfiye edilen ekip. Bunun içerisine baktığımızda Doğan Avcıoğlu var, Mehmet Barlas var, İlhan Selçuk var. O dönemin önemli isimleri var. Buradaki temel mesele, onların başladıkları yerin Kemalizm bitirdikleri yerin de Kemalizm olmasıdır. Dolayısıyla bunlar toplumsal muhalefetin öncü kuvvetleri ve taşıyıcıları olarak yola çıktıklarında, arkalarına entelektüellerden ve sınıf hareketinin öncülerinden belirli insanları taktıklarında tekrar başladıkları yere dönüyorlar. Dön dolaş gel, Kemalizmin bir başka türü. İlhan Selçuk ölmeden önce, Ziverbey Köşkü’nde kendisine işkence edenlere hakkını helal etmişti. Bunu diyor olmasının sebebi, tam da o yıllarda, kendisine işkence eden Ergenekoncu bloğun, Amerikan ve AKP karşıtlığı üzerinden yeni bir muhalefet bloğu oluşturmaları. 

Üçüncü bir mesele de Türkiye’de hiçbir zaman kuvvetli bir sınıf hareketi oluşmaması. Türkiye’deki muhalif hareketler, 15-16 Haziran, 12 Mart ve kısmen de 78 sonrası dönemi saymazsak, her zaman jakoben, entelektüel, devrimci hareketler olarak var oldular. Dolayısıyla sınıf hareketinin kurumsallaşmadığı yerde demokrasi kültürünün gelişmesi de çok fazla mümkün olmuyor. İradecilik, toplumsal muhalefeti ister istemez ittifaklar arayışına itiyor ve orada da ya resmi ideoloji ya da yurtiçinde yurtdışında merkezlere yönelmek durumunda kalıyorsunuz. 

Benzer bir durumu Kürtler açısından da olduğunu gözlemlemek mümkün... 

1918-20 arası ile bugünün koşullarının benzeştiği ve ayrıştığı noktalar var. 1918’de Osmanlı bir tür fetret devrinde. Osmanlı yenilmiş, İttihatçi paşalar kaçmışlar, Sevr dayatılmış hatta imzalanmış ve benzeri. Ama o dönemi Kürtler açısından baktığımızda şimdikine benzer bir şekilde kendi örgütlülüklerini ve mekanizmalarını kurmak yerine, Erzurum Kongresi’nden başlayıp Şeyh Said İsyanı’na kadar bir şekilde milli meclisin arkasında. Tıpkı o dönemdeki gibi gördüğümüz şey Kürtlerin kendi örgütlülüklerinin arkasında durmak yerine örneğin Barzani’nin Türkiye’nin arkasında durması gibi. Milli birlik arayışları değil onu baltalayan güçlerin yayında olması. 

Osmanlı sonrası Ortadoğu’nun Lozan ile yeniden çizildiği mesele, Kürtlerin kimliksiz ve statüsüz bırakılmış olmasıdır. Burada yapılan bütün hamleler, İran, Türkiye, Irak, Suriye arasında yapılan konsolidasyonun bir şekilde sürdürülmesine dönük. Burada bir diğer mesele, her ne kadar şu ya da bu emperyalist devlet bizim dostumuzmuş gibi söyleniyor olsa da emperyalist devletlerin hamiliğinde yapılan şeylerdir. Türkiye’nin emperyalist boşluklardan yararlanarak Güneydeki savaşı sürdürüyor olması tesadüf değil. Ya da ABD’nin YPG güçlerini bir şekilde Barzanicilere doğru ittirmeye çalışması, Türkiye’deki diğer gruplarla açılmaya çalışması için özel bir çaba sarf ediyor olması, statüsüzlüğün sürdürülmesine dönük bir takım hamlelerdir.

İçinden geçtiğimiz koşullarda Kürt ulusal kimliğinin kendisini mevcut dünya konjektöründe nedir, ne yapar, nereye tekabül ediyor sorusu da tümüyle bağlantılı. Aslında İsmail Beşikçi’nin çok doğru bir şekilde tespit ettiği kadarıyla, Ortadoğu’daki rejimlerin konsolidesinde Kürtlerin devletler arasında sömürgeleştirmesine dayanır. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de, iç sömürgeler halinde, 4 parça halinde tutarak, kendi kolonizasyon sistemleri hem de resmi ideolojilerini hem de resmi ideolojileri içerisindeki şovenist mekanizmalarını çalıştırırlar.

Fakat burada, benim söylemem haddine değil belki ama tarihsel bir bilgi olarak kayıt düşmekte yanlışlık yoktur. Kürtlerin bugünkü bölünmüşlüğü dünya siyaset tarihinde hak ettikleri yeri almamaları, dört parçadaki merkezi Kürt örgütlerinin de birbirine düşmanlık yapmasından kaynaklı. Türkiye’nin bugün Ortadoğu’daki savaşa Barzaniler üzerinden sürdürmeye çalışması, YPG ile ABD arasının süper gibi gösterilmeye çalışılması ve bir tarafından YPG’nin ABD tarafından Barzaniye itilmeye çalışılması, Türkiye’nin yeniden tırmandırmaya çalıştığı savaş ortamında Kürtleri istismar etmeye çalışması, Kürt ulusunun bölünmüşlüğü ve bu bölünmüşlüğün aslında yalnızca coğrafi değil, kendi aralarındaki tarihsel husumetlerin bölge güçlerinin hamiliğinden emperyalist güçler tarafından istismar edilmesinden kaynaklanmaktadır.

MA / Deniz Nazlım