Koranvirüs salgını her geçen gün can almaya devam ederken, ülkelerin sağlık sistemi ise tam anlamıyla felç olmuş durumda. Dr. Mihrican Zorlu Günok salgında ve sonrasında yaşanabilecek gelişmelerle ilgili MA'da Adnan Bilen'in sorularını yanıtladı.

Yaşanan salgın devletlerin sorunlara çözüm olmadığını ortaya koydu. Sizce ulus devlet sistemini sorgulama süreci yaşanır mı? Salgın sonrası nasıl bir değişim yaşanır? 

Ben aslında devletlerin insanların sorunlarına çözüm bulamadıklarına inanmıyorum. Temel sorun mevcut krizi deneyimleyen devletlerin inisiyatifi ellerine almak konusunda ne kadar arzu duyduğu ve ne kadar özerk olduğu. Devletin böylesine büyük ve yaygınlaşma kapasitesi şaşırtıcı düzeylere ulaşabilen bir olguya karşı halk yararına bir duruş sergilemesi demek piyasayla ve özel sektörle bir anlamda karşı karşıya kalması demektir. Özellikle 1980’lerden itibaren, sistematik olarak, sermaye sınıfının çıkarları adına neo-liberal ekonomi politikalarının bir aracı haline gelmiş olan devletlerin halktan önce kapitalist sistemin bekasını koruma yönünde bir refleks sergilemesi bizi şaşırtmamalı. Öte yandan, “insanlar devletleri sorgulamaya başlar mı?” gibi bir sorunun cevabını vermek kolay değil. Bir kesimin devleti/devletleri ve onların işlevlerini sorgulamaya başladığı kesin, ancak böylesi bir sorgulamaya karşı hükümetlerin de çeşitli stratejiler uyguladığı ve bu felaketi bile bir fırsata çevirerek toplumun rızasını sağlamaya çalıştıklarını görüyoruz. Türkiye’de AKP hükümeti tarafından başlatılan “biz bize yeteriz” kampanyası bu anlamda iyi bir örnek. Bu söylem, alınması gereken sorumluluğu büyük ölçüde halkın omuzlarına yıkmakla kalmıyor aynı zamanda ve alt metinde pandemiye küresel bir sorundan ziyade “dış mihraklar” tarafından Türkiye’nin başına sarılan bir bela muamelesi yapan milliyetçi perspektifi halka dayatıyor; maalesef alıcı da buluyor kendine. 

 Kapitalist sistemin çöküşü diyebilir miyiz? 

Kapitalist sistemin bu salgınla değil belki ama buna benzer salgınlarla ortadan kalkma ihtimali, üretim ve tüketim mekanizmalarından toplumsal bir kararla çekilmeye bağlı diye düşünüyorum. Bu noktada karşımıza iki ifade çıkıyor: “işin reddi” ve “boykot”. Küresel pandemi durumu insanlara hem iktidarlarla hem de kapitalist çalışma ve tüketim alışkanlıklarıyla aralarındaki ilişkiyi bir kez daha gözden geçirmeleri noktasında bir fırsat sunuyor.  Devletin ve sermaye sınıfının rıza üretme tarzları sürekli olarak deşifre edilmez ve insanlar küresel bir mücadelenin parçası olarak tüm üretim ve yeniden üretim mekanizmalarından ve aşırı tüketimden elini eteğini çekmezse, işimiz zor. Biz biliyoruz ki, nefes alma ihtimalinin doğduğu her anda kapitalist sistem kendini yenileyecek ve yeniden üretecek koşulları sağlayacaktır. Ancak krizi fırsata çevirme perspektifi artık sadece kapitalistlerin tekelinde olmamalı bilakis, bizim perspektifimizin de bir parçasına dönüşebilme potansiyeli vurgulanmalıdır.

Salgınla birlikte "sosyal devlet” gerçeği sorgulanır hale geldi. Siz nasıl bakıyorsunuz? 

Açıkçası “Türkiye” ve “sosyal devlet” gibi iki ifadeyi yan yana kullanmaktan imtina ederim. Sizin sorunuz üzerinden çok net ve düz bir soruyu ben sorayım: Türkiye bugüne kadar sosyal devlet olma ilkesini yerine getirmediyse bundan sonra neden getirsin ya da toplumun sahip olduğu beklentinin ne kadarını karşılasın? Bakın çok uzunca bir süreden beridir genel işsizlik oranı yüzde 13’ün altına inmiyor ve bu dar anlamda tanımlanan işsizlik oranı. Geniş tanımlı işsizlik ise yüzde 20’nin üstünde. Gençlerde işsizlik yüzde 25’i buldu. Emin olun ki bu tablo da büyük bir felaketi işaret ediyor. Son bir yılda bir sürü insan, bir sürü genç iş bulamadığı için, yoksulluk çektiği için intihar etti. Bu asla normal ve sosyal devlet ilkesiyle bağdaştırılabilir bir durum değil.

Devlet veya iktidarın "evden çıkma" söylemi bu durumda gerçeklikle ilgisi kalmıyor… 

Devletin “evde kal” ya da “hayat eve sığar” gibi sloganları asla gerçekçi değil. Fabrikalar ve hizmetler sektörünün önemli bir bölümü hala çalışıyor. İnsanlarla dalga geçer gibi 65 yaş üstü ve 20 yaş altına sokağa çıkma yasağı getiriliyor ve bir kesim de bu oyalama taktiğine alkış tutuyor. Benim 87 yaşındaki tansiyon hastası babaannemle üniversite sınavına hazırlanan 18 yaşındaki kuzenim zaten sokağa çıkmıyor ki, neden yasak getiriyorsun onlara? “Çocuk işçiliği engelleniyor bu şekilde” diyenler olacaktır elbette, ancak çocuk işçilerin çoğunun kayıtdışı ve katma değer yaratmayan sektörlerde çalıştığını biliyoruz. İşin aslı, hem kapitalist sistem kusursuz bir şekilde işlesin hem de dostlar alışverişte görsün istiyorlar. Ben bir vatandaş olarak kendimi aptal yerine konulmuşum gibi hissediyorum.

Birçok ülkede alınan önlemlerle birlikte sosyal ve psikolojik destekler de sağlanıyor. Türkiye’deki süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Türkiye’de bir şeyin başarılamadığı falan yok bence. Topyekun bir sokağa çıkma yasağı getirilsin, işine gidemeyen insanlara ihtiyaç durumuna göre temel gelir bağlansın hep birlikte bakalım başarılı olunuyor mu olunmuyor mu? Geçen Temel Karamollaoğlu aylık 1000 TL ödensin, insanlar evde kalsın gibi bir öneri yaptı. Açıkçası sağ muhafazakar bir parti olduğu için Saadet’le aram pek hoş değildir ancak eksik ve anlamlı bir öneriydi bence. Eksik çünkü sadece bir ay değil süreç tamamlanana kadar sağlanmalı bu gelir. Diğer taraftan 1000 TL gibi bir tutar neye göre belirlendi? Tek başına yaşayan biriyle 4 çocuklu bir ailenin ihtiyaç düzeyi eşit olabilir mi? 

 İktidar bir yandan da yurttaştan bağış toplama durumunda… 

Doğrusu, sürekli olarak Türkiye’nin ne kadar büyük, ne kadar eşsiz ve tüm dünya ülkeleri tarafından ne kadar kıskanılan bir ülke olduğunu vurgulayan bir zihniyetin asgari ücretliden yardım istemesini cüretkarca buluyorum; hem vergi al hem de yardım topla. Toplanılan yardımların nerelerde kullanılacağı hususunda şeffaf olunacak mı, belirsiz. Ama şu da var, gerçekten de hiç mi yok bu devlette para? Nedense mevzu bahis Kanal İstanbul projesi olunca kimse “paramız yok” demiyor. İşin aslı ben bu bağış meselesinin de bayağı planlı programlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Mevcut seçmen kitlesini konsolide etmek üzere atılmış bir hamle olabilir. Nitekim, iktidarlar bunu yaparlar; kitleleri belirli amaçlar etrafında organize ederek kendi arzularının maşası haline getirmek için sanırım denemeyecekleri bir yol yoktur. Önümüzde süreçte “biz bize yeteriz” ifadesi aynı zamanda bir seçim sloganı olarak kullanılırsa şaşırmayacağım.

 İşini kaybeden binlerce insan oldu bu süreçte. Salgın sonrası ülkeyi bekleyen tehlikeler nelerdir. İşsizlik, ekonomik sıkıntılar... 

Sermaye sınıfının önümüzdeki süreçte korona virüsünün yarattığı kriz halini bahane ederek istihdamı daraltma ya da mevcut iş kanununun revize edilip olabildiğince esnekleştirilmesi yönünde talepleri olabilir. Bunlara hazırlıklı olmak lazım ki işçi sendikalarının önemli bir bölümünün bu olasılığın zaten farkında olduğunu düşünüyorum. Bu kriz kapitalist sistemi yaralayabilir de iyice güçlendirip başımıza daha fazla bela da edebilir. Her iki ihtimal farklı farklı sonuçlar doğuracaktır. Açıkçası işçi sendikaları, çeşitli sivil toplum örgütleri ve tüm diğer muhalefet kesimleri olarak hep birlikte emek eksenli ve kapitalizm karşıtı bir politik mücadeleyi tüm baskılara rağmen ısrarlı bir biçimde sürdürmemiz ve gündelik talepler yerine yukarıda da belirttiğim gibi kapitalist üretim ilişkileri ve tüketim biçimlerinden çekilmenin yollarını aramamız ve küresel mücadele ağlarının bir bileşeni olmamız lazım.

Dayanışma için neler öneriyorsunuz? 

Bir kısmımız çalışırken diğer bir kısmımız evlerinde oturuyor. Öncelikle evlerinde oturanlar çalışmaya devam edenlerin de evlere çekilmesi ve devlet tarafından maddi olarak desteklenmesi gerektiği konusunda ısrarcı olmalı. Sokağa çıkıp basın açıklaması yapamayacağımıza göre sosyal medyayı daha aktif bir biçimde kullanmayı öğrenmeli ve internet üzerinden yapılacak protesto olanakları üzerine zaman harcamalıyız. İkinci olarak, bu süreçte daha az tüketmeliyiz; muhtemelen birçok firma şu an stok eritip iyiden iyiye kâr ediyor. Anormal fiyat artışları da cabası. Hepimizin bildiği gibi, uzunca bir süreden beridir insanlar alışveriş işlerini internet üzerinden yapıyor.  Neredeyse, tüm uluslararası ve ulusal firmaların kendi online satış siteleri var ve satış hacimleri açısından internet satışları vazgeçilmez bir hale gelmiş durumda. Tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirir ve daha az tüketirsek kapitalizm karşıtı mücadelelere çok şey katmış oluruz. Böylesi bir tavır kargo çalışanlarının iş yükünü azaltmak açısından da çok önemli bir dayanışma biçimi bence.

Bunun dışında biraz ironik gelecek ancak yalnız kalalım. İlginç bir şekilde, yalnız kalmanın da bir dayanışma biçimi olabileceğini öğrendik bu süreçte. Yalnız kalarak hem kendi sağlığımızı hem de toplum sağlığını koruyabileceğimiz düşüncesi bundan 5 ay önce çok distopik gelirdi ancak tüm ezberler bozuluyor bir bir. Bulunduğumuz yerde muhalif pozisyonumuzu sosyal medya aracılığıyla diğer insanlarla paylaşmak ve bir ses olmak mümkün. Bir diğer dayanışma biçimini bence sokakta yaşayan hayvanlar üzerinden üretebiliriz. Bu konuda bildiğim kadarıyla Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyeleri iyi işler yapıp güzel örnekler sunuyorlar ancak bizler de her gün artan yemeğimizi kapımızın önüne bırakır ve özellikle korona virüsünün sokak hayvanlarından insanlara bulaşmadığının bilimsel olarak ispatlandığı hususunda çevremizdeki insanları bilgilendirip örgütlersek ortak bir güzelliğin bileşeni olur, dayanışmanın tadını çıkarabiliriz. Ek olarak hayvan hakları konusunun muhalefeti ortak tavır almaya davet eden bir özelliğe sahip olduğuna da inanıyorum.

Tabi bu liste daha çok uzatılabilir, dayanışma ve mücadele ruhunun yaratıcılığı sınırsız olanaklar sunuyor, üzerine biraz olsun düşünmek bile yetiyor.