DP’nin önceki dönem Eş Genel Başkanı ve Van Milletvekili Sezai Temelli, Medya Haber TV’de katıldığı "Amed’ten Bakış" programında gazeteci Ömer Çelik’in sorularını yanıtladı. Temelli, 15 Temmuz darbe girişimin siyasi ayağının neden ortaya çıkarılmadığından Ayasofya’nın ibadete açılmasına, izlenen savaş politikalarından ülke ekonomisine ve erken seçim gündemine dair kendisine yöneltilen pek çok soruya yanıt verdi.

15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümündeyiz. İktidar tarafından ‘Allah’ın lütfu’ olarak değerlendirilen darbe girişimine dair yanıtı aranan pek çok soru var. Bunlardan biri darbe girişiminin siyasi ayağının kim olduğu yönünde. Meclis bünyesinde oluşturulan Darbeleri Araştırma Komisyonu bu sorunun yanıtını hazırladığı raporda veremedi. Nitekim bu rapor da ortadan kayboldu. Partinizin darbenin siyasi ayağının ortaya çıkarılması yönünde verdiği önerge AKP ve MHP’nin oylarıyla reddedildi. İktidar 4 yıldır neden siyasi ayağını ortaya çıkarmaktan imtina ediyor? 

Türkiye’de siyasal sistemin nasıl kendini yeniden ürettiğini, nasıl baskıcı rejimin ayakta durduğuna dair çok çok önemli bir çözümlemeydi, siyasi analizdi darbe mekaniği analizi.

Bunun aslında bir AKP açısından yanıtı var, bir de devlet açısından yanıtı var. Devlet açısından baktığımızda, aslında bunun analizi çok net ortaya kondu. 2013-2015 döneminde bu konular çokça tartışılırken, çözüm sürecinde Türkiye önemli bir kavramla buluştu o dönem. Darbe mekaniği meselesi. Aynı zamanda bir cumhuriyet tarihi çözümlemesiydi bu darbe mekaniği çözümlemesi. Ve buna bağlı olarak aslında Türkiye’de siyasal sistemin nasıl kendini yeniden ürettiğini, nasıl baskıcı rejimin ayakta durduğuna dair çok çok önemli bir çözümlemeydi, siyasi analizdi darbe mekaniği analizi. Çözüm sürecinde zaten Sayın Öcalan’ın da meseleye yaklaşımı ve gerçek anlamda bir çözümün nereden geçeceğine dair yaklaşımında da buna dair çok önemli tespitleri tam da bu analiz üzerinden vardı. 

15 Temmuz’a baktığınızda bundan ayrı düşünülemez. Sistem kendisini bu mekaniğin içinden zaman zaman restore ediyor. 15 Temmuz darbe kalkışmasının bir de karikatür tarafı var. ‘Böyle darbe olur mu?’ diye hep konuşuldu. Ama bir darbe kalkışması; o mekaniğin içerisinden baktığınızda bir şey var. Fakat bu diğer taraftan baktığımızda sistemin yine kendisini restore ettiği, o devlet aklını korumaya çalıştığı bir süreç olduğu bir gerçeklik. Bu 4 yıl boyunca bu çok daha belirgin ortaya çıktı. Nerede ortaya çıktı? 15 Temmuz’dan 5 gün sonra ortaya çıktı. 20 Temmuz’da OHAL dalgası geldi. Nerede ortaya çıktı? Ondan bir ay sonra kayyımlar darbesi geldi. Nerede ortaya çıktı? 4 Kasım’da demokratik siyasete saldırıyla yeniden gündeme geldi. Mekaniği ısıtmanın çalışmasını anlatan bir süreç. Hala da devam ediyor. İkinci kayyım darbesi yine aynı şeyi gördük. Baktığımız zaman artık neredeyse mikro mikro darbeleri konuşuyoruz. Meclis’ten AKP-MHP ittifakıyla geçen, Cumhur İttifakı ile yasallaşan, aslında onların orada bir taşeron olduğu bir mekanizma var. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yasa gönderiyor, Meclis’ten geçiyor. Bütün bu yasalara tek tek baktığınızda, o darbe mekaniği içerisinden hepsini okuyabilirsiniz. 

Bakın önümüzde sosyal medyaya dair bir düzenleme var. Aslında bu da toplumsal alana, sivil alana dair bir düzenleme. Henüz baroları geride bıraktık. Baro meselesinde bunu gördük. Bunun içinden baktığımızda 15 Temmuz’un ne anlama geldiğini görüyoruz. 

AKP açısından baktığımızda, özellikle Erdoğan açısından baktığımızda ‘Allah’ın lütfu’ diye nitelenmesi aslında şu: AKP 18 yıldır iktidarda, 18 yıl boyunca tek bir AKP okumanız mümkün değil. 2002-2007 arası başka bir dönemi, 2007-2010 arası başka bir dönemi, 2010-2013 arası başka bir dönemi. Yani farklı dönemlerde aslında sistemle olan ilişkisini, devletle olan ilişkisini yeniden düzenleyen bir yapıya sahip AKP. Dolayısıyla bir siyasi parti olmaktan daha çok, bu anlamda o darbe mekaniğinin içinde konumlamayı içine sindirmiş bir tablo görüyoruz. 

Dolayısıyla ‘Allah’ın lütfu’ demelerinin nedeni bu. 15 Temmuz’dan sonra yeni yapılanmanın içine kendilerini çok net taşıyabildiler. Biraz daha gerisine gidelim, 15 Temmuz’u anlamanın bir başka önemli eşiği de, o meşhur MGK kararı. Yani 2014 Çöktürme Planı. Kaldı ki bu çözüm sürecinin tam ortasına denk geliyor. İşte o dönemde masayı devirene kadar AKP, çözüm sürecinden de yine bir ‘Allah’ın lütfu’ çıkarmaya çalışırken, devletin yeniden savaş politikalarını dayatması sonucunda masayı devirip kendini o savaş politikalarının, o savaş aklının içine, şiddet aklının içine taşıyabilmiştir. Yani ‘Allah’ın lütfu’ dedikleri şey, aslında sistemin kendisini her eşikte restore ettiğini, değiştirdiğini, ona uyum sağlayan bir merkez anlamına geliyor. Erdoğan’ın pragmatik siyasetçiliği buradan okunduğunda, bu ‘Allah’ın lütfu’ meselesi yanıtını buluyor. 

Buna uygun bir yapı mıdır AKP? Evet, MHP zaten buna uygundur. Aslında bir demokrasi dertleri, bir barış dertleri yoktur. İktidarda kalmak, nimetlerinden yararlanmak ve bu anlamıyla da o iktidar bloğunun içinde devlette barışık hayat sürmek gibi öncelikleri vardır. Bu devlet dediğimiz meselenin tarihi, buradan bakıldığında bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar. 

Danıştay kararıyla Ayasofya'ya ibadete açıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan daha önce “Ayasofya’nın camii olarak ibadete açılmasının getirisi götürüsü var. Bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim” demişti. Ne oldu da böylesi bir adım atıldı? Ayasofya ibadete mi yoksa siyasete mi açıldı?  

Her şeyin araçsal hale geldiği gibi, bu iktidar tarafından pespaye biçimde kullanıldığı gibi, yine kullanıldığını görüyoruz. Kesinlikle karşı çıkılmalı. Bu bütün insanlığın ortak ibadethanesidir. Dolayısıyla çok üst bir kültür varlığıdır. Bunu hepimiz korumalıyız.

Bu tür bir politik yapı, yani biraz önce anlattığım çerçevede çalışan böyle bir devlet mekanizması, tabi ki toplumu sürekli dizayn eden bir akla sahip. Toplumun talepleri, halkın beklentileri, istekleri yönünde hareket etmez. Bunu düzenler. Bunu düzenlerken içinde bulunduğu konjonktüre göre taktikler geliştirir ya da stratejiler geliştirir. Bunlar bazen kısa dönemli olur, bazen uzun dönemli olur. Hele hele Erdoğan karakterinde bir siyasetçi, dün söylediğini bugün farklı bir yerden farklı bir şekilde ifade edebilir. Yani bir yıl Erdoğan için uzun bir süre zaten. Yani ‘Ayasofya ibadete açılsın’ dediğinden bir gün önce de Ayasofya’nın ibadete açılmasına karşı konuşabilirdi. Bu aslında Türkiye’deki siyasi geleneği de anlatıyor. ‘Dün dündür, bugün bugündür’ aklı çalışıyor. Onun topluma karşı ben böyle konuştum, benim böyle bir tutarlılığım olmalı, siyaseten topluma karşı sorumluluğum olmalı gibi kaygıları yok bu siyasetçilerin. Onlar tamamen politik rant, çıkar hesabıyla hareket eden, toplumu da buna göre dizayn etmeye çalışan, yönlendiren, kutuplaştıran, gerilim içinde tutan bir akla sahipler. 

Gerçekten şimdi Ayasofya’nın ibadete açılma ihtiyacı yok. Böyle bir talepte yok toplumda. Birileri söyler ama toplumsal bir talebe, bir ortaklaşmaya dönüşmüş değil. Kaldı ki cami ihtiyacı yoktur ki. 

Sultan Ahmet’in karakteri aslında cami karakterinin daha önündedir. Gerçekten o da bir sanatsal ve tarihsel değeri yüksek bir camidir. Ayasofya da böyle bir ibadethane. Ama bunlara sadece ibadethane olarak da bakılmaz. Bu bütün insanlığın ortak değeri ve bir daha yapılması bile mümkün değil. Çok iyi korunması gereken mekanlar bunlar. Fakat bunu siyasete malzeme yapmak, işte aslında siyasetsizliğin ya da acze düşmüş bir iktidarın toplumu yönlendirmek adına, toplumun taleplerini görmezden gelmek adına bir gerilim siyasetinin yansıması. Her şeyin araçsal hale geldiği gibi, bu iktidar tarafından pespaye biçimde kullanıldığı gibi, yine kullanıldığını görüyoruz. Kesinlikle karşı çıkılmalı. Bu bütün insanlığın ortak ibadethanesidir. Dolayısıyla çok üst bir kültür varlığıdır. Bunu hepimiz korumalıyız. Sultan Ahmet Cami’yi de böyle korumalıyız, Ayasofya’yı da böyle korumalıyız. Sembolik namazlar tabi ki kılınabilir. Ama bunu bir cami kategorisine taşımak, çok anlamlı değil. Bu bir çarşı cami değil. Bu Ayasofya, Sultan Ahmet, öbürü Süleymaniye, bunlar bizim kültür varlıklarımız, çok değerli yapılarımız. 

Ayasofya kararıyla birlikte dış politikada, Doğru Akdeniz’den Suriye ve Libya’ya uzanan hatta kriz söz konusu. Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik sınır ötesi operasyon yine öyle. Dış politikada atılan adımlar Türkiye’yi nasıl bir noktaya taşıdı?

Ayasofya’da aslında buradan okuyabileceğiniz bir şey. Siz emperyal hevesiniz varsa, bütün dünyaya bu anlamda belli ‘şovları’ yapmak zorunda kalıyorsunuz. Burada örneğin Ayasofya üzerinden konuştuğunuzda, bölgede söz sahibi olma iddianızı da bir yerde dile getiriyorsunuz.

Türkiye özellikle 2015’ten itibaren giderek hızla yeni rotasını bir emperyal heves üzerine oturtmaya başladı. Öncesinde başlayan ama 2015 sonrası 2016’da darbe kalkışması sonrası, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi -aslında sistem diyemeyeceğimiz bir şey, adı sistem kendi kaos olan bir şey- topluma, Türkiye halklarına dayatmasının nedeni, bir yanıyla bu emperyal heveslerle hareket etmesinden kaynaklanıyor. Bu emperyal hevesler için kendine belirlemiş olduğu en önemli hinterlantta tabi ki Kürdistan coğrafyası. Baktığımızda Rojava’sı, Afrin’i, işte Başur’u, bir süre sonra baktık Akdeniz geldi. Bir süre sonra Libya geldi. Dün de baktık Azerbaycan ve Ermenistan üzerinden bu hevesin dile getirildiğini görüyoruz. Peki neden böyle Türkiye bu hatta hızla ilerliyor. Bu Esad meselesi başladığı günden bu yana aslında bu bir senaryo. Fakat son zamanlarda artık iyicene bu rotaya oturmuş durumda. 

Türkiye şöyle bir iddiayı taşıyor; bildiğiniz emperyalist güçlerin bölgedeki aslında hem Rusya ile hem Amerika ile olsun burada çoklu anlaşmalar üzerinden kendi emperyal programımı hayata geçirebilirim. Benim emperyal programım da nereden geçer, işte özellikle uyguladığı mezhepçi politika, Kürtlere karşı savaş ve şiddet politikasından geçer. Bir de Doğu Akdeniz’de yeni kuracağı hakimiyet alanlarından geçer. Bunu belirleyen iki önemli dış politika var. Biri; enerji politikası, özellikle Doğu Akdeniz’de ortaya çıkıyor. Bu enerji politikaları üzerinde bir hak inşa ederek, Doğu Akdeniz’de yaratılacak olan enerji rantında bir gelir elde ederek, bu emperyal planlarının finansmanını sağlamaya çalışıyor. 

İkinci politikası da savaş sanayi. Silahlara dayalı sermaye birikiminin giderek yükseldiğini görüyoruz Türkiye’de. İHA, SİHA üretimi, konvansiyonel silahlar, tank üretimi, palet fabrikası tartışması, helikopter, atak helikopterlerin üretimi ve dünya pazarında giderek belli bir alan bulması, Türkiye’yi bu emperyal alana doğru sürüklüyor. 

Savaş politikalarında ısrarla, son dönem sermaye birikiminin arasındaki ilişki aslında çok önemli. Ayasofya’da aslında buradan okuyabileceğiniz bir şey. Siz emperyal hevesiniz varsa, bütün dünyaya bu anlamda belli ‘şovları’ yapmak zorunda kalıyorsunuz. Burada örneğin Ayasofya üzerinden konuştuğunuzda, bölgede söz sahibi olma iddianızı da bir yerde dile getiriyorsunuz. Evet, Avrupa’dan, dünyadan tepkiler geldi. Ama beklendiği kadar yüksek tepkiler değildi. Bu da aslında hem Avrupa’nın hem de Amerika’nın Ortadoğu’ya olan yaklaşımıyla çok alakalı. 

ABD ve Rusya gibi küresel güçler ile Avrupa Birliği’nin yaklaşımları Türkiye’nin mevcut politikalarını izlemesine ne derece ön açıyor?

Türkiye askeri gücünü kullanarak, savaş politikalarıyla aslında Kürt meselesini çözümsüzlüğe mahkum ederek, bölgede hegemonyasını var etme telaşında. Bu siyasetinde ısrar ediyor. Bu tavır hem Ortadoğu hem Türkiye açısından bir yıkım siyaseti.

Küresel siyasetin kendisini yeniden ürettiği, biçimlendirdiği coğrafya Ortadoğu. Ve bütün herkes bir şekilde Ortadoğu’ya üşüşüyor. Çin’i, Rusya’sı, ABD’si, Fransa’sı... Bütün bu üşüşme hem Suriye meselesinde hem Irak meselesinde burada önemli bir pazarlık alanı var emperyal güçler ve alt emperyal güçler ilişkisinde. Bu küresel siyasetin merkezinde, küresel siyaseti belirleyen en önemli güç aslında Kürtler. Dolayısıyla bütün kıyametin koptuğu yer de Kürtlerin yaşam alanları üzerinden oluyor. Türkiye’nin Kürt siyaseti, belki de Ortadoğu’da o kaotik sürecin kesintisiz bir şekilde devam etmesine neden oluyor. Bir Kürt düşmanlığı politikası ister istemez Ortadoğu’daki bu gerilimi, bütün güçlerin orada bir stand-by durumunda kalmalarının bir çözüme ulaşamamalarının bir nedenini oluşturuyor. Hem Suriye konusunda hem Irak konusunda hem İran konusunda şimdi Libya’da girecek, İdlib meselesini de bunu ekleyin, Libya-İdlib arasında önemli bir bağ var. Bu kadar karmaşık hikayede kritik mesele Kürt sorunu. Kürt meselesi bu anlamıyla küresel bir mesele. Kürt meselesinin çözümü ve çözümsüzlüğü Türkiye’nin bu anlamda bölgede siyaseten söz sahibi olmasını sağlıyor. 

Türkiye askeri gücünü kullanarak, savaş politikalarıyla aslında Kürt meselesini çözümsüzlüğe mahkum ederek, bölgede hegemonyasını var etme telaşında. Bu siyasetinde ısrar ediyor. Bu tavır hem Ortadoğu hem Türkiye açısından bir yıkım siyaseti. 

Türkiye ekonomisine, toplumuna, siyasetine bakın, kriz ve çöküntü içinde. Ortadoğu’ya baktığınızda Suriye ya da Irak’ta sağlıklı çözümlerin hala üretilemediğini görüyoruz. Her şey böyle bir kargaşa içinde. Kimse bugünden geleceğe dair sağlıklı stratejiler üretemiyor. Hiçbir ülke üretemiyor. Bu ABD’si de Rusya’sı da Avrupa Birliği de Çin de dahil. Ama burada en önemli faktör Türkiye oluyor. Çözümsüzlüğü dayatma meselesi oluyor. 

İçteki ve dıştaki tüm gündemlerin perdelendiği bir durum var, özellikle de ekonomide. Asgari ücret, hem açlık hem yoksulluk sınırının katbekat altında. Hemen her gün temel gıda maddelerine zam geliyor. Fakat TÜİK’in açıkladığı enflasyon, işsizlik düşüyor. Ekonomide saklanan, saklanamayan gerçekler neler? 

Topluma baktığımızda çok yaygın bir yoksulluk olduğunu, derinleşen bir yoksulluğun olduğunu, gıda yoksulluğunun bile artık yaşandığı bir Türkiye görüyoruz. Bu saklanamaz bir gerçeklik.

Saklanamayan gerçeklik yoksulluk. Ekonomide topluma baktığımızda çok yaygın bir yoksulluk olduğunu, derinleşen bir yoksulluğun olduğunu, gıda yoksulluğunun bile artık yaşandığı bir Türkiye görüyoruz. Bu saklanamaz bir gerçeklik. Yoksulluğu sosyal yardımlarla idare ediyorlardı, yönetiyorlardı. Şimdi artık sosyal yardımlarda yetmiyor. Yoksulluğu şiddetle yönetiyorlar, şiddetle baskılıyorlar. Bugün Kürt illerinde yaşanan budur. Bu denli şiddete maruz kalmasının bir nedeni de yoksulluk görüntülerinin üstünün örtülmesidir. 

İşte Urfa’dan geliyoruz; aslında Urfa tam bir Haraptar köyü olmuş. Durum o kadar vahim. Gittiğimiz her yerde dağ gibi sorunlarla karşılaştık. Bir yönetme anlayışı olarak AKP iktidarının, Erdoğan iktidarının, Saray rejiminin bir yönetim anlayışı olarak aslında yoksulluğun şiddetle bastırılmasını gördük. Hakkını arayanın karşısına jandarma çıkıyor. Elektrik kesilmiş, insanlar haklı, elektriğini kesemezsiniz o insanların. Çünkü orada uygulamış olduğunuz enerji politikası, zaten kabul edilebilir bir politika değil. DEDAŞ meselesi bugün; bütün gün bunu da işledik, gördük. 

Protesto edenin karşısına jandarma çıkıyor. Hem de nasıl çıkmak. Şiddetle yoksulluğu bastırmaya çalışıyor. Ekonomi neden bu kadar kötü? Türkiye’nin kaynaklarının bu kadar kötü yönetilmesinden. Çünkü Türkiye yoksul bir ülke değil, ama Türkiye’yi yoksullaştıran bir politikaya biz mahkum edilmişiz. Bakın özelleştirmeden başladı bu hikaye, yeni partilere bakıyoruz, yeni yüzler görüyoruz ya, bunlardan biri de Sayın Babacan. Babacan var olan her şeyi sattı bu ülkede. Şimdi bagaj duruyor. Ben dinliyorum bazen Sayın Babacan’ı, bakıyorum halen aynı ekonomi politikaları. Fakat birisi söylemeli; satacak bir şey kalmadı. Sattınız hepsini. Oradan başlayan politikalar, buraya kadar geldi. Şimdi buna bir şey daha eklendi. Savaşın, silahlanmanın finansmanı. Çıkıp övünüyorlar, İHA yaptık, SİHA yaptık, şimdi bir İHA’nın maliyeti ile bir SİHA’nın maliyeti ile bugün Urfa ve Mardin’deki enerji maliyetini karşılarsınız. Bir SİHA almak yerine, bütün Urfa ve Mardin çiftçisine bedava elektrik verebilirsiniz. İşte bu denli çarpık bir tablo var karşımızda ama biz ne yapıyoruz SİHA alıyoruz. Bu SİHA ile ne yapıyoruz, Kürtleri bombalıyoruz. Bölgede yaşayan Kürtler, elektriği kesilmiş, tarlasını sulayamıyor, tarlasında ürün çürüyor diye hakkını aramaya kalktığında da ona polis, jandarma şiddetiyle saldırıyoruz. Esas en temel ekonomideki sıkıntı, silahlanma, bir de kamu özel ortaklığı işbirliğiyle yaratılmış olan şehir hastaneleri, köprüler, yollar. 

Bugün Urfa’da Zahireciler Çarşısı’na gittik, orada arkadaşlarla sohbet ediyoruz. Onlar bütün krizi çok çok iyi ifade ediyorlar. Zaten toplum her şeyi çok iyi biliyor. Çok hakim konuya. İktisat hocalarına ders çıkarak kadar konuya hakimler, analizler, çözümler… Ama onlara söyledim; burada oturup yakınıyoruz ama siz habire Osmangazi Köprüsü’nden geçiyorsunuz dedim. Geçiyorlar evet, onun parasını hep buralardan tahsil ediyor. Ekonomi yönetimi böyle olduğu için de çok yaygın bir işsizlik var. İşsizlik düşmüş, açıklama yapıyorlar. Yalanın bu denli sofistiki hale geldiği, bir şeyi dünyada görmek mümkün değil. Pandemi döneminde işsizlik rekor kırdı. Bunu artık herkes gördü, canlı yaşıyor. 

İşsiz sayısının çalışan sayısını geçtiği dile getiriliyor...

İşsizlik rakamlarını ölçerken, uyguladıkları yöntemlerle, aslında işsizlerin bir çoğunu kabul etmiyorlar. Öyle bir yöntem ki bu orada bir çok kriter koymuşlar. O kriterlere uygunsanız işsiz kabul ediliyorsunuz. İşsiz olmak da baya maharet isteyen bir şey. Böyle bir acayiplik var. 

Ekonomiden siyasete, toplumsal yaşama tüm bu olumsuzlukları tersine çevirmek için parti olarak 1 Haziran’da bir hamle başlattınız, "Demokratik Mücadele Programı" adıyla. İlk adım olarak Edirne ve Hakkari’den Ankara’ya yürüdünüz. Şimdi de ikinci adım olarak Türkiye’nin dört bir yanına dağıldınız. Mevcut siyasi iklimde nasıl bir değişiklik yaratmaya çalışıyorsunuz? 

Bu yaşadığımız, ceberut bir iktidarın elinde aslında bir sıkışmışlık hali. Biz bu sıkışmışlığı kırabiliriz, Buradan çıkabiliriz. Bunu yapmanın yolu toplumun bu hak, adalet, demokrasi mücadelesinde hep birlikte hareketini sağlamak.

Şimdi Türkiye çok uzun bir süredir kriz içinde. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi başlı başına bir kriz üreten mekanizma. Biraz önce de söyledik, ciddi bir iktisadi kriz var, yoksulluk var, işsizlik var, siyasi kriz var. Hukuk adına bir şey kalmamış durumda, adaletsizlik her yerde. Mahkeme salonlarını adalet terk etmiş. İşte arkadaşlarımızın davaları bütün çıplaklığıyla ortada. Ülke öyle bir yere sürüklenmiş ki, toplumsal yaşam adına ortak yaşam adına hiçbir demokratik yapı, kurum, değer kalmadı. Olanlara da hızla bir saldırı var. Mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Ve biz kurulduğumuz günden beri savuna geldiğimiz şeylerle toplumu buluşturmak, siyaseti toplumsallaştırmak, toplumu siyasallaştırmak üzere hep mücadelemizi verdik. Bu anlamda da kararlı bir şekilde yürüyüşümüzü sürdürüyoruz. 

Pandemi sonrasında toplumda çok daha fazla bu kez moral anlamında da ciddi bir çöküntünün yaşandığını gözlemledik. Oysa HDP her şeyden önce toplumun o duygularıyla özdeşleşmiş bir partidir. Bu çöküntü halinden hep birlikte çıkmamız gerekiyor ki bu mücadeleyi yükseltebilelim. Bu bizim kaderimiz değil. Bu yaşadığımız, ceberut bir iktidarın elinde aslında bir sıkışmışlık hali. Biz bu sıkışmışlığı kırabiliriz, buradan çıkabiliriz. Bunu yapmanın yolu toplumun bu hak, adalet, demokrasi mücadelesinde hep birlikte hareketini sağlamak. 

Biz bunun öncülüğüne bir kez daha soyunduk. 1 Haziran’da almış olduğumuz kararla ve sonrasında özellikle hukuk, adalet meselesini öncelediğimiz için Leyla Güven simgesi üzerinden -biliyorsunuz vekilliği düşürüldü- Hakkari’den, Selahattin Demirtaş üzerinden de Edirne’den başlattığımız bir yürüyüşle Ankara’da buluştuk. Çok önemli bir açıklama, deklarasyon bu yürüyüşümüzü ve yürüyüş sürecinde yaşadığımız karşılaşmaları, buluşmaları anlattık. Bu yetmez, ikinci etabı da gecikmeksizin hayata geçirmek istedik. 

Parti kurullarımızın aldığı kararlar ve yapmış oldukları programlar çerçevesinde de şimdi Türkiye’nin dört bir yanında halkımızla, çeşitli kurumlarla buluşuyoruz. Bu buluşmalar, adalet için, halklar ve inançlar adına, gençlik için, ekonomik haklar adına, kadın mücadelesi adına buluşmalardır. Toplumda genel bir mağduriyet var, çok ciddi anlamda hak gaspları var. Buna karşı bu mücadelede yan yana gelmemiz gerektiği konusunda toplumla buluşup, bunları paylaşmak istiyoruz. 

Bugün arkadaşlarımızla beraber Urfa’daydık. Gerçekten çok önemli buluşmaları gerçekleştirdik. Halkın, toplumun çok önemli tepkiler var ve herkesin de – bugün ki gözlemimi söyleyebilirim- beklentileri bu yönde. Bu böyle gitmez, bunu değiştirmeliyiz. Ama nasıl değiştireceğimiz konusunda henüz toplumun ortaklaştığını göremiyoruz. İşte HDP her zaman olduğu gibi öncü rolüyle, gücüyle bu daveti dile getiriyor. 

Toplumsal tabanla kurduğunuz ilişki, siyasetin tepesinde nasıl işliyor? Diğer muhalefet partilerinin bu davetinize yanıt veriyor mu?

Siyasi muhalefet, iktidarın dümen suyuna sıkışmış durumda. Bu dümen suyundan çıkması için de siyaset yapıyoruz. 

Hayır, siyasi muhalefet, iktidarın dümen suyuna sıkışmış durumda. Bu dümen suyundan çıkması için de siyaset yapıyoruz. Bu bir gerçeklik. 31 Mart yerel seçimlere giderken yaptığımız hamle buna yönelikti. Bir çok kişi bunu anlamak istemedi, görmek istemedi ama bunu yaptık. Toplumsal muhalefetten aldığımız güçle, halkımızdan aldığımız güçle, Kürt halkının o kararlı mücadelesinden aldığımız güçle çok cesur bir adım attık. Hiçbir hesabın içinde olmadan atmış olduğumuz adım sayesinde siyasi muhalefetin sıkıştığı o dümen suyundan çıkmasını sağladık. Fakat Türkiye’deki HDP dışındaki muhalefetin bu huyu var. Eninde sonunda dönüyor o dümen suyuna giriyor. Şimdi bir kez daha aslında yapmış olduğumuz şeyle, bu gidişatın gidişat olmadığını, muhalefete de anlatıyoruz. 

Toplumla buluştuğumuzda, toplum bu siyasete sahip çıkarsa, tepkisini, refleksini, itirazını bu yönde verirse, siyaset bunu dinlemek zorundadır. Yoksa partiler arası ilişkilerle, o bildiğimiz alışılagelmiş ittifaklarla, bu aşılabilir bir şey değil. Seçim dönemlerinde bu olabiliyor ama seçim dönemi dışında toplumun dile getirdiği, toplum siyasete yapmış olduğu müdahalelerle siyasi partiler, özellikle de siyasi muhalefet, iktidarın o dümen suyundan çıkabilir. O yüzden biz doğrudan topluma, işçilere, emekçilere, çiftçilere, halkımızla buluşmaya gidiyoruz. Ancak tabandan gelen bir siyasi hamle, siyasi partileri hareketlendirebilir ya da içinde bulundukları bu girdaptan çıkmalarını sağlayabilir. 

Muhalefetin HDP ile yan yana gelme konusunda cesaretli bir tavır sergileyemediğini görüyoruz; "AKP ne der?" kaygısı veya korkusundan dolayı. Bu yaklaşım neler kaybettiriyor?

Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, Kürt meselesinin çözümünden geçer. Bu kadar net. Bu meseleyi görmezden gelerek, bu meseleyi yok sayarak bir demokrasi meselesine adım atmanız mümkün değil.

Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, Kürt meselesinin çözümünden geçer. Bu kadar net. Bu meseleyi görmezden gelerek, bu meseleyi yok sayarak bir demokrasi meselesine adım atmanız mümkün değil. Türkiye’deki demokrasi derdimizi halletmemiz, sadece Kürt meselesi değil. Ama bu mesele olmadan her şey kadük kalır, yol alamaz, eksikli olur. Geçmişten bir örnek verelim, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden önce ne vardı? Parlamenter sistem. Peki, biz o parlamenter sistemden memnun muyduk? Hayır. Neden değildik, çünkü o parlamenter sistem Kürt meselesini çözmeye yeterli gelmiyordu. Nasıl çözülebilirdi, yerel demokrasiyle güçlendirilmiş bir parlamenter sistemle çözebilirsiniz. Yerel demokrasiyi güçlendirmek gerekiyordu. Yerel seçimlerde bunu da aslında anlatmaya çalıştık. Bugün baktığımızda muhalefetin çekinceli davranışı, ikircikli hali hep Kürt meselesiyle olan sınavında saklı. Bu bir turnusol kağıdı aynı zamanda, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinde. Çünkü demokrasi ve Kürt meselesi arasındaki o güçlü bağ, diğer meselelerin çözümü önünde her zaman için önemli bir handikap. Neden? Çünkü devlet aklı her zaman için tüm temel haklar, özgürlükler konusunda Kürt meselesinin çözümsüzlüğüne yönelik siyasetini bir araç olarak kullanabiliyor. 

Bu konuda yeterli ders alınmadı mı? Görülmeyen, duyulmayan bir şey kaldı mı?

İşte her şey çıplak. Biz bunu görmüyoruz demeleri mümkün değil. Fakat Türkiye’deki toplumsal bölünmüşlük, toplumda var olan bu kriz sarmalı, ister istemez siyasi partileri belli bir dümen suyunda girdapta tutuyor. İkincisi, devlet ile olan ilişkiler, devlete yaklaşımları ve onların devlet kurgusu içinde kendilerini konumlandırmış olmaları, onların gerçek anlamda bir demokratik hamle yapmalarının önüne engel oluyorlar. 

Bugün evet yerel seçimlerde önemli bir başarıya imza attık, önemli bir başarıyı hayata geçirdik ve bundan sonra Türkiye’nin hangi yolda yürümesi gerektiğini gösterdik. Peki, neden hala bütün bu gerçekliğe rağmen biz yalnızız. Demokrasi ittifakı söylemimiz neden sadece seçim zamanlarında popülütesini koruyor da sonrasında yeterli etkiyi göstermiyor. Hep işte Türkiye’deki siyasi partilerin toplumla olan ilişkisinde saklı bu durum. Aslında şöyle bir gerçeklik var: Türkiye’deki siyasi partilerin bir çoğunun gerçek anlamda topluma bir ilişkisi yok. Çünkü olsa toplumun esas, gerçek dinamiklerinden besleniyor olsa, bu kadar devlet angajmanı içinde konumlanmaz. Seçimden seçime seçmenle buluşuyor, bakın toplumla değil. Seçmenle buluşuyor, seçmenin belli duyguları üzerindeki yoğunlaşmaları oya tahvil edilebiliyor. Ona göre de bir ‘Ankara siyasetine’ sıkışıp kalıyor. Iğdır meselesi aslında bunun tipik bir örneğidir. 

Türkiye’deki mevcut siyasi tablo erken seçimi ne derece zorunlu kılıyor. İktidar "Erken seçim yok" diyor, ama muhalefet cephesinde bu konuda sonbaharda ya da ilkbaharda olacağı yönünde tahminler var. Erken seçim olur mu? 

İktidar muhalefetin yapmadıklarından dolayı erken seçimi uzaklaştırdı. Bu iktidardan kurtulmanın yegane yolu, HDP’nin ortaya koymuş olduğu programla ortaklaşmaktır. 

Bundan 6-8 ay öncesine göre erken seçimin biraz daha uzaklaşmış olarak görüyorum. Çünkü her şeyden önce son dönemde özellikle biraz önce bahsettiğimiz konu itibariyle siyasi muhalefet yapması gereken, atması gereken adımları atamadı, yapması gereken ödevleri yapamadı. Dolayısıyla hem pandemi döneminde hem ondan önce başlayan sürece de baktığımızda, erken seçimin biraz daha uzaklaştığını görüyorum. Bir sonbahar senaryosu, ilkbahar senaryosu var ama her zamanki klasik erken seçim muhabbetinin içinde konuşuluyor bunlar. Bütün bu ekonomik çöküntüye, dış politikada, küresel siyasette yaşadığımız bütün sorunlara, Kürt meselesinde geldiğimiz bu son döneme rağmen iktidar hala muhalefetin aslında yapmadıklarından dolayı erken seçim uzaklaştırdı. 

Muhalefet bu konuda ısrarcı olsaydı erken seçim gündemi ısınabilir miydi? 

Bizim 31 Mart’ta açtığımız yolda ortaklaşmalar, buluşmalar, çok daha güçlü bir şekilde sağlanabilseydi, daha büyük bir cesaretle, güçle adımlar atılabilseydi, şimdi erken seçim hazırlığı yapıyor olurduk. Fakat muhalefet biraz önce söylediğim kaygılardan dolayı, o devlet aklına olan tutsaklığından dolayı, Ankara siyasetine sıkışmışlığından dolayı bu cesaretli adımı atamadı. Büyükşehirleri değiştirdik, iktidarın nasıl değişeceğini gösterdik biz. O nedenle de biz alanlardayız, sokaklardayız, inatla diyoruz ki; Türkiye bu sistemle yönetilemez, Türkiye demokratikleşmeli, bunun yolu da ortaya koymuş olduğumuz programdan geçiyor. 

Fakat muhalefet buradaki eksikliğinden dolayı iktidar seçim mesafesini uzattı diyebilirim. Seçim ne zaman olur? Şuan için kestirmek çok mümkün değil. Ama şunu kestirebiliriz; seçime nasıl gideceğiz? 

Yanıtını sizden alalım o vakit, nasıl gideceğiz? 

İşte bu hep birlikte diye alanlara, sokaklara çıktığımızda, aslında topluma bunu göstermeye bunu anlatmaya çalışıyoruz. Bu iktidardan kurtulmanın yegane yolu, HDP’nin ortaya koymuş olduğu programla ortaklaşmaktır. Biz dayatmıyoruz, illa ki gelin HDP’ye oy verin, HDP siyasetini yapın, HDP’de buluşun… Hayır. HDP önemli bir ortaklaşma çağrısı yapıyor. Bu iktidara karşı, faşizme karşı, bu ceberut anlayışa karşı demokrasi ittifakı çağrısı yapıyor. Bu buluşmaya davet ediyoruz. Bu buluşmanın gereğini yaparsak, nereden geçiyor bu? Toplumsal mutabakattan. Bir mutabakat yapmalıyız. Bir sürü parti var muhalefette, bu partilerin hepsi çıkmalı ve biz bu toplumun ihtiyaç duyduğu bu mutabakat konusunda söz veriyoruz demeli, eşit yurttaşlık temelinde demokratik bir anayasa yapacağız demeli. Yerel demokrasiyle güçlendirilmiş, bu kayyımcı rejimden bizi kurtaracak olan bir yerel demokratik siyaseti önüne koyan bir parlamenter sistem konusunda söz veriyoruz, toplumun beklentileri bu yönde. 

İktisadi olarak bu ekonomik krizi, işsizliği, yoksulluğu aşacak bir programı en kısa zamanda hayata geçirecek bir sözü veriyoruz, bir geçiş programı sözü veriyoruz. Adalet için adım atacağız. Bu uygulanan infaz yasasında olduğu gibi ayrımcı hukuk anlayışını terk edeceğiz. Böyle 5-6 maddede anlaşılabilecek bir toplumsal mutabakatla, bir geçiş programı hazırlığı yapmak ve öyle seçime gitmek gerekiyor. Yoksa eski, tekrar eden anlayışla seçime gitmenin Türkiye’nin sorunlarına çözüm getirme olasılığı düşük. Bunu test ettik. 31 Mart’ta bir iddiayla seçime gittik, 31 Mart’tan sonra muhalefet bu konuda ısrarından vazgeçmesi sonucunda bir çok şey eskiye döndü.