Genel Kurul’da görüşülen 2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi kabul edildi. Bütçe görüşmeleri boyunca en fazla tartışılan konular arasında ekonomideki göstergeler, yeni eksen değişikliğinin yansımaları ve yeni rejimin yarattığı rant ve yolsuzluklar gündeme geldi. Muhalefetin tüm eleştirilerine ve önerilerini kulaklarını tıkayan iktidar ise tek kalem değiştirmeden bütçeyi geçirdi. Dolar kurunu 9,27 ile hesaplayarak oluşturulan bütçe Meclis’ten geçtiğinde ise dolar kuru 16 TL’yi geçmişti.

Bütçe kalemlerinde halkın ihtiyaçları, artan krize yönelik önlemler yer almazken güvenlikçi politikalara 246 milyar TL, faiz harcamalarına da 240 milyar TL ayrıldı. Çiftçiyi, emekçiyi, emekliyi, esnafı, kadını, gençleri, çocukları görmeyen bütçenin gerçekleşmesini ise muhalefet imkansız olarak görüyor.

Meclis’te yapılan tartışmaları, sorunların kaynağı ve çözüm önerilerini Halkların Demokratik Partisi (HDP) Grup Başkanvekili Saruhan Oluç Mezopotamya Ajansı'na değerlendirdi.

Bütçe görüşmeleri sona erdi. Tartışmalarda muhalefetin ağırlıkta eleştirisi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne oldu. Eleştirilerin bütçeye yansıması oldu mu?

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi kapsamında bütçe sarayda Erdoğan ve yakın danışmanları tarafından hazırlanan bir bütçedir. Meclis’te milletvekillerinin tartışmalarıyla, halkın bütçe yapma ve denetleme hakkını lanse eden bir politik metin değildir. Teknik olarak Meclis’te tartışılıyor ancak herhangi bir değişiklik olmuyor. Saraydan nasıl geldiyse Plan ve Bütçe komisyonunda da Meclis’te de tek değişiklik yapılmadan geçiriliyor. Bütçe kabul edilmiş oluyor. Layıkıyla tartışılan bir bütçe değil.

İkinci olarak bu halkın bütçesi değil. Türkiye’de çoklu bir kriz yaşanıyor. Çoklu kriz döneminde halkın çok ciddi ihtiyaçları var. İşsizlik, hayat pahalılığı, pandemi koşullarında esnaf, işçi, köylü herkes çok ciddi sıkıntılar yaşıyor. Böyle bir süreçte hazırlanan bir bütçe de halkın ihtiyaçları esas alınmalıydı. Bu yaşanmış olan çoklu krizin tahribatını ortadan kaldıracak bir bütçe olması gerekirdi. Bu bütçe ise ağırlıklı olarak silahlanmaya, güvenlik ve savaş politikalarına ayrılmış bir vaziyette. Halbuki olması gereken sağlığa, sosyal güvenliğe, eğitime, tarıma çok daha güçlü payların ayrılmasıydı. Halkın ihtiyaçlarını karşılayacak bir bütçe değil. Silah endüstrisinin, sermaye sınıfının, 5’li çete diye adlandırılan -aslında 5’li holding- sermaye gruplarına paylar ayrılan bir bütçe ile karşı karşıyayız.

 Bir diğer önemli konuda bütçenin Genel Kurul’a gelmeden erimeye başlaması ve artan kurla birlikte de neredeyse yüzde 70’inin erimiş olması. Bütçe göstergelerinde de bu gerçeklik yok mu?

Aslında tuhaf bir durum. Bütçe kanun teklifinde dolar 9,27 olarak öngörülmüştü. Bütçe sunulduğunda dolar kuru 9,27’den de düşüktü. Bugün 15-16 TL arasında değişiyor. Bu bütçenin verileri, değerlendirilen herşeyi geçersiz hale gelmiş. Bütçenin geri çekilmesi, revize edilmesi, toplumun ihtiyaçlarına göre değiştirilmesi gerekirdi. Dolardaki yükseliş herşeyi etkiliyor. Ama baktığımızda hiç böyle bir şey olmadı. Bunu defalarca söyledik. İktidar bu bütçe ile götüremez muhtemelen birkaç ay sonra ek bütçe getirilecek. Olması gereken ise aslında Meclis’in el koyarak, revize etmesiydi. Meclis yasama gücünü gösterirdi, böylelikle ancak çoğunluk iktidar olunca öyle olmadı. Sözde bütçe kabul edildi.

Bir diğer önemli konusu ise AKP’nin “düşük faiz, yüksek kur” modeli…

Bu alınan önlemlere bakıldığında ‘yeni ekonomi modeli’, ‘Türk Tipi Ekonomi Modeli’ diye adlandırdılar. İşsizliği ve ucuz emeği artıracak. Malları ucuzlatacak. Türkiye’yi ucuz kelepir, bir ülke haline getirecekler ve sonucu çok büyük bir fiyasko olacak. Merkez Bankası’nın bütün müdahaleleri boşa çıkmış durumda. İşçinin, çiftçinin, emekçinin derdi iktidarın derdi değil. Onların derdi yandaş holdingler, onlara para kazandırmak onların birikimlerini arttırmak, dolayısıyla buradan nemalanmaktır. Tam bir talan politikasıyla karşı karşıyayız.

 Krizi aşmak için yapılması gerekenleri yapmıyorlar. Ortada ciddi bir kriz var. Bu krizi aşmanın yolu bu bütçenin tercihlerini değiştirmek ve esas itibariyle güvenlikçi, silahlanma ve savaş alanlarına ayrılan payın sosyal alana kaydırılması gerekiyor.

Türkiye ciddi bir ekonomik kriz içerisinde. Tüm eleştirileri görmezden gelen iktidarın ekonomideki yeni eksen değişikliğiyle kriz aşılabilir mi?

Krizi aşmak için yapılması gerekenleri yapmıyorlar. Ortada ciddi bir kriz var. Bu krizi aşmanın yolu bu bütçenin tercihlerini değiştirmek ve esas itibariyle güvenlikçi, silahlanma ve savaş alanlarına ayrılan payın sosyal alana kaydırılması gerekiyor. Krizi aşmak için ekonomiye bu çerçeveden bakarak, adım atmak gerekiyor. Tam tersini yapıyorlar. Türkiye’de ekonomiyi silah sanayii üzerinden geliştireceklerini düşünüyorlar. Bunu açık açıkta söylüyorlar. Bütçenin tercihlerini değiştirmedikleri sürece ‘ekonomi de ne kadar yeni bir şey yapıyorum’ deseniz de yapamazsınız.

Ekonomiden hiç anlamayan biri ‘ekonomi uzmanıyım’ derse…

Bütçeyi dolar üzerinden konuşuyoruz ama dikkatlerden kaçan bir şey var. Geçen yıl bütçe geldi, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak değişti, Lütfi Elvan oldu. Bu yılda Lütfi Elvan gitti, Nureddin Nebati geldi. Şimdi her bütçede bir Hazine ve Maliye Bakanı değişiyor. Onunla birlikte yardımcıları da değişiyor. Son 3 yılda Türkiye’de kaç tane Hazine ve Maliye Bakanı, kaç tane Merkez Bankası Başkanı, kaç TÜİK başkanı ve başkan yardımcısı değişti diye bir yarışmada sorsanız bunun cevabını bilen kimse yoktur. Halbuki bütçenin, ekonomi politikasının değişmediği müddetçe kimi değiştirirseniz değiştirin. Ali’yi alıp Veli’yi koysanız, Veli’yi alıp Ayşe’yi koysanız da sonuç değişmez. Bu kararların hepsinin alındığı yer saray olduğu için ve sarayın içinde olan AKP Genel Başkanı kendini ekonomi uzmanı olarak gördüğünden dolayı, ‘faiz neden enflasyon sonuç’ üzerinden ekonomiyi şekillendirdiği sürece vahim bir sonuçla karşı karşıyayız.

Referandum sürecinde Tayyip Erdoğan demişti ki; ‘Verin bu kardeşinize yetkiyi görürsünüz o zaman doların ne olacağını.’ İşte yetkiyi aldı, herkes doların ne olduğunu gördü. Acı olan şu ki; mesele kendi evinin ekonomisi olsa ‘Ne yaparsan yap’ derdi insan. Milyonlarca insanın ekonomisini batırıyor. Dar gelirliler, yoksullar, orta sınıf şu anda çok ciddi bir krizle karşı karşıya. Türkiye’nin yakın tarihinde görünecek en ciddi ekonomik krizle karşı karşıyayız. Önümüzdeki aylarda ekonomi ciddi bir durgunluğa girecek. Otokrat olmasının en güzel göstergelerinden biri de budur. Hiç bilmediği bir konuda karar verip, bütün bir ülkeyi duvara doğru sürüklemek. İnsanlar gündelik yaşamını idame etmek için çok ciddi sıkıntılar yaşanıyor.

Göreve gelen Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, “Siz sadece maaşınızı ben herşeyimi kaybederim” diyor. İktidar sözcüleri ise Türk ekonomisinin büyümesinden ancak zamlar hergün peşi sıra geliyor. Topluma nasıl bir mesaj veriliyor?

Bu o kadar açık bir sınıf bakışı ki; işçiye, emekçiye, esnafa ‘ülke batsa sen maaşını kaybedeceksin ben herşeyimi kaybedeceğim’ diyor çünkü onlar sermayedar, iş insanı. O kadar önemli ki bu söylediği laf ve tüm ekonomi politikalarını da bunun üzerine şekillendiriyor. Milyonlarca insanın ekonomi problemi onun umurunda değil kendisi gibi olanların kaybetmemesi için ekonomi politikaları üretiyor. Açlık sınırı 3 bin TL’yi geçti, yoksulluk sınırı 10 bin TL’yi geçmiş durumda. Hazine Maliye Bakanının o sözü dönemin en önemli sözlerinden bir tanesidir. 12 Eylül 1980 Darbesi yapıldığı zaman o dönemde TİSK Başkanı Halit Narin; ‘Bugüne kadar biz ağladık, bundan sonra işçiler ağlayacak’ bu söz o dönem ekonomi politikalarını çok ciddi ifade eden bir sözdü. Nureddin Nebati’nin sözü de böyle bir şey. Bu iktidarın ülkeye, topluma nasıl baktığının en net ifadesidir.

Kamu- Özel İşbirliği kapsamında ayrılan 42 milyar TL’lik garantili ödemelerde artmış durumda. Kur endeksli bu harcamalarda muhalefet tarafından eleştirildi. KÖİ’lerle nasıl bir sistem devrede?

Kamu- Özel İşbirliği meselesinde ihaleler dolar üzerinden yapılıyor. Bu çok büyük bir adaletsizlik yaratıyor. İkincisi şu anda halkın kullanmadığı – herkesin kullanmadığı- yollar, köprüler, havaalanları için verilen garantiler çok yüksek, bunların hepsi dolar üzerinden ve hazineden -yani halkın cebinden- çıkıyor. Osmangazi Köprüsü’nden geçmeyen bir Hakkarili yurttaşında oradan geçtiği varsayılarak, para ödeniyor. Bu çok büyük bir adaletsizlik. Ama iktidar ise şuraya getirmeye çalışıyor; sanki muhalefet köprü, yol, havaalanı yapılmasın istemiyor. Bu doğru değil. Köprü, yol, havaalanı nerede ihtiyaç ise yapılır.

Bundan sorun yok mesele bunun hangi koşullarda yapıldığıdır. İhale hangi koşullarda veriliyor, ne üzerinden veriliyor. Aslında 1 TL’ye mal edilecek şey neden 10 TL’ye yapılıyor. Aslında orada bir peşkeş çekme, vurgun var. Kim bu vurgunu yapıyor. İktidarın çevresindeki dünyada en fazla kamu ihalesi alan 10 şirketin içerisine giren 5’li çete var. O holdingler, iktidara yandaş, yakın olan, denetiminde ve birlikte çalışan şirketlere vurgun yapma imkanı sağlanıyor. 1 TL’ye yapılacak şey 10’a mal ettiğinizde 9 TL birilerinin cebine giriyor. Bunu eleştiriyoruz. İktidar bunun üzerinden nemalandığı ve kendi yandaşlarına sermaye aktardığı için kabul etmiyor.

 Özellikle Süleyman Soylu doktorluk bir vaka haline gelmiş ve artık bir güvenlik sorunu. İnsanlık açısından ciddi bir güvenlik sorunu olduğu açıkça ortada ne öfke kontrolü var ne akıl, fikir kalmış vaziyette, hukuk, demokrasi hiçbir zaman olmadı.

Hem Plan ve Bütçe Komisyonu’nda hem de Genel Kurul’da bakanlıkların özellikle muhalefeti hedef alan söylemleri sık sık tansiyonun yükselmesine neden oldu. Bazı bakanlıklar başlar başlamaz, kavgalar çıktı. Hesap yeri olan Meclis’te bakanların bu yöntemlere başvurmasının temel nedeni nedir?

İki örnek üzerinden anlatayım. Bir tanesi Süleyman Soylu. Soylu hakkında o kadar ağır iddialar ortaya atıldı ki; mafya iltisaklı, irtibatlı, çeşitli organize suç örgütlerinin sözleriyle söylersek, arazilere, mallara çökme meselelerinde parmağının olması gibi birçok iddia var. Bu iddiaların hiçbirine cevap veremedi. Bu iddialara cevap veremediği için bunun yanı sıra insanlık suçları da var. İşkence yapılıyor. Bu soruların cevabını veremez çünkü bunların her biri soruşturmalık ve Yüce Divanlık sorular. Bunların cevabını veremeyeceği için olay çıkarıyor, kavga çıkarıyor. Kavga çıkınca da normal bir tartışma ortamı olmuyor, gerginlik, neredeyse yumruklaşmalar ve bu soruların hiçbirinin cevabını vermeden Süleyman Soylu oradan ayrılıp, gidiyor. Bu çok büyük bir taktik, kendini akıllı sanıyor. Ama bu soruların hepsi ortada duruyor. Sen bugün Genel Kurul’da bu taktiği uygulayarak, kaçabilirsin ama toplum bunu görüyor. Ama yarın o koltukta oturmadığı zaman onun yeri Yüce Divanlık ve bu iddiaların her birinin soruşturulması ve adımların atılması gerekiyor. ‘Alakam yok’ diyorsa bunu tarafsız ve bağımsız yargının önünde hesap vermesi gerekiyor.

Memlekette doğa tahribatı almış, başını yürümüş. Hasankeyf’ten tutun her türlü alanda tahribat yaşanmış. Karbon salınımı yüksek düzeyde, Termik Santraller devam ediyor, tüm dünya Nükleer santrallerden vazgeçerken bunlar nükleer santral yapıyor. Çok konuşulması gereken şey var iken Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum bunlara cevap veremeyeceği için önce HDP’ye sonra diğer muhalefete saldırarak, konuşmasına başlıyor. Çok küstah bir dille bunları cevaplamaktan kaçıyor. Ekolojideki tahribat ortada. 12 bin yıllık Hasankeyf ortada duruyor. Gün geldiği zaman bunun hukuk önünde hesabı sorulur. Zannediyorlar ki olay çıkararak, bunları cevaplamaktan kurtulacaklar. Ama iş ortada ve herşey görünüyor. Bunu birkaç bakan yaptı, ancak bunun karşılığı yok. Artık toplum manipüle edilmez o dönem geçti. AKP milletvekillerinin bir kısmını da ikna edemiyorlar.

Özellikle Süleyman Soylu doktorluk bir vaka haline gelmiş ve artık bir güvenlik sorunu. İnsanlık açısından ciddi bir güvenlik sorunu olduğu açıkça ortada ne öfke kontrolü var ne akıl, fikir kalmış vaziyette, hukuk, demokrasi hiçbir zaman olmadı. Kürt halkına yönelik öyle bir düşmanlık besliyor ki; dönüp bize ‘Kürt halkı sizi sevmiyor’ diyebiliyor. Aslında Kürt halkına beslediği nefret, fobi ve düşmanlık duygusunu projeksiyon yapıyor. Kendisini anlatıyor.

 Bütçe görüşmelerinde önemli konulardan bir tanede Adalet Bakanlığı bütçesinde yaşandı. Kandıra F Tipi Kapalı Cezaevi’nde Garibe Gezer yaşamını yitirdi, cezaevlerinde yaşanan hak ihlalleri toplumda yükselen adalet talepleri gündeme geldi. Ancak bakan sunumunda ise farklı bir Türkiye tablosu vardı. Türkiye’de adaletin geldiği durum nedir?  

Birincisi Türkiye’de yargı kurumuna güven yok. O alanda tuz kokmuş vaziyette. Bu bütçeleri konuşurken cezaevlerinde 3 hasta mahpus hayatını yitirdi. Defalarca Adalet Bakanlığı’na hasta mahpuslar için başvuruda bulunduk. Mehmet Emin Özkan bunlardan bir tanesi. Garibe Gezer cezaevinde intihara sürüklendi ve Adalet bakanının geldiği günde yüzüne bakarak, sorduk. Hiçbir cevap vermedi, tek kelime etmedi. Cezaevlerinde çok ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Kötü muamele, işkence var. Tecridi soruyoruz; nasıl bir hukuksuzluk’ diye ama cevap yok. Cevap veremiyorlar çünkü gerçekten kendi hukuklarına bile uymuyorlar.

AİHM kararlarının neden uygulanmadığını sorduk, Adalet Bakanı birinci dereceden muhatabı olmasına karşın hiçbir cevap alamadık. Suskunluk. Fakat Adalet Bakanının konuşmasını herşeyi görmezden gelip, dinleseniz zannedersiniz Avrupa’nın insan hakları ve demokratik hak özgürlüklerinin en üst seviye olduğu ülkelerinden bir tanesindesiniz. Sanki o ülkenin adalet bakanı konuşuyor. Adalet bakanı sanki kitap gibi konuşuyor ama uygulamaya bakıldığında tam tersi. Böyle bir şey olabilir mi? O zaman ya halkı kandırıyorsun ya da sen Adalet Bakanı değilsin, kitaptan konuşuyorsun. Ama gerçek adalet bakanı başka bir yerde tam tersini yapıyor. Adalet Bakanı siz misiniz? Diye sorduk. O alanda çok büyük sorunlar yaşanıyor. Yargı paketleri getiriyorlar ve zannediyorlar ki; maddeler değişince sorunlar ortadan kalkıyor. Uygulamaya bakıldığında her türlü hak ihlali, uygulama, kötü muamele sürüyor.

Adalet bakanının Kobanê Davasına müdahil olduğundan haberi yok.

Kobanê davasında 8 ay sonra 3 mahkeme heyeti üyesi değişti. Bunları kim değiştiriyor. Hakim ve Savcılar Kurulu ve başında Adalet Bakanı var. Aslında müdahale ediliyor. Kobanê Davası’na Adalet Bakanlığı müdahil oldu. Müşteki olarak yer alıyor. Adalet Bakanlığının müşteki olduğu bir davada mahkeme heyetinin bakanlığın aleyhine karar vermesi mümkün mü? Değil. Adalet Bakanı’na sorduk neden Kobanê Davası’nda müşteki durumda bulunuyorsunuz? ‘Öyle mi haberim yok’ dedi. Böyle bir durumla karşı karşıyayız. Adalet Bakanı hukuk kitabındaki gibi konuşuyor ama keşke konuştukları uygulanıyor olsaydı.

Bütçede farklı kimlikler, inançlar, dillere yönelik bir pay ayrıldı mı?

Bu bütçe Kürtlere, Alevilere, Süryanilere bakmıyor. Kültürde, anadil de görmüyor. Bu bütçede Kürt halkı, Alevi toplumu, farklı kültürler, anadiller bu bütçenin içinde görünmüyor. Ama Diyanet İşleri Başkanlığı 7 bakanlığa denk bir bütçesi var. O başkanlığın içerisinde Aleviler, Süryaniler, Êzidîler, Şafiler yok. Bu iktidarın, devlet yapısının Kürt fobisi ve düşmanlığı devam ediyor.

Kürtçe üzerine tartışmalar yaşandı. Bu bütçede milyonlarca insanın anadili Kürtçe. Uçak anonslarında bunu kullanmıyorsunuz. Kürdistan coğrafyasına giden uçaklarda İngilizce, Arapça, Türkçe anons yapılır ama Kürtçe yok. Neden Kürtçe’ye tahammülsüzlükten. Kürtçe konuşan vekillere tahammül edemiyorlar ya da sesini kesmeye çalışıyorlar. Tahammülsüzlük, Kürt fobi o kadar içlerine işlemiş ki; bir cümle edildiğinde ayağa kalkanlar var. Bir vekilimiz Arapça şiirden bir paragraf okudu, kimse karşı çıkmadı. Hiç kimse anlamadı ama bağırıp, çağırmadı da. Kürtçe bir dörtlük okunsa kıyamet kopuyor. Kürt fobiklik bu işte. Başka bir anadilin konuşuluyor olmasına tahammül yok.

Bir Meclis Başkanvekili, Kürtçe konuşan vekilimize ‘vatandaşlar anlamıyor’ dedi. Bu ne demek ya Kürtleri vatandaştan saymıyorsun ya da milyonlarca Kürt oradaki cümleyi anlıyor ve sen onların anlamasını hesaba katmıyorsun. Bu konuda ısrarlıyız. Anadil konusunda vazgeçmeyeceğiz. Kürtçe’ye tahammülsüzlüğe suskun kalmayacağız. Bir halk kendi anadilinden men edilemez. Kürdistan coğrafyası da aynı. Tarihsel, kültürel, sosyolojik bir gerçeklik var. Bu gerçekliği dile getiriyoruz.

 Güvenlik harcamalarındaki kalemler sadece içeriye dönük değil aynı zamanda dış politikaya da yansıyor. O kalemlerdeki çok yüksek harcamalarda bunu net görüyoruz. İçerde ve dışarıda güvenlik harcamalarına ayrılan bütçe çok ciddidir.

 Kürt sorunu ve güvenlikçi politikalara ayrılan kalemlere yönelikte tartışmalar yaşandı. Kürt sorununda güvenlikçi yaklaşım bütçe tartışmalarına nasıl yansıdı?

Güvenlik harcamalarındaki kalemler sadece içeriye dönük değil aynı zamanda dış politikaya da yansıyor. O kalemlerdeki çok yüksek harcamalarda bunu net görüyoruz. İçerde ve dışarıda güvenlik harcamalarına ayrılan bütçe çok ciddidir. Bu doğrudan doğruya da Kürt sorunu ile ilgilidir. Suriye, Irak’la ilgili herşey Kürt sorunu ile ilgilidir. Kürt sorununa güvenlikçi ve askeri politikalarla çözmeye çalışanların anlayışı bütçeye yansıdı. Geçtiğimiz yılda, bir önceki yılda böyleydi. Bunu her tartışmada anlatıyoruz.

İktidar bu bütçeyle Türkiye’yi yönetebilir mi?

Şu anda iktidar, yönetim ve siyasi kriz yaşıyor. Bunun aşılmasının yolu halkın iradesine başvurmaktır. Bunun için seçim istiyoruz. Bu krizin aşılması lazım ama bu iktidar bu krizi aşacak politikaya, öngörüye ve basirete sahip değil. Toplumda bunu gördüğü için iktidar ve ortağının oyları düşüyor. Bunun yolu ortaya sandığın koyulması ve halkın iradesini göstermesidir. İktidar kaçıyor çünkü kaybedeceği seçime girmek istemiyor. Bu şekilde yönetemezler. Bu ekonomi politikalarıyla yönetmeleri mümkün değil. Daha büyük yoksulluk, işsizlik yaratacaklar. Gerçekten çok büyük mağduriyetler hergün ortaya çıkarıyor.

 Bu yönetim krizine karşı muhalefete nasıl bir sorumluluk düşüyor?

Buna karşı toplumsal ve siyasal muhalefet güçlü bir ittifak yaratabilirse, bu güçlü ittifak Türkiye’nin geleceği açısından ağırlığını ortaya koyabilirse, önemli bir demokratik değişim ve dönüşümün kapısını açabiliriz. Bu doğrultuda çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Türkiye’de yeni bir başlangıç yapılacaksa, yeni bir değişim, dönüşüm sürecine girilecekse toplumsal muhalefetin en geniş birlikteliğini yaratması ve mücadeleyi ortaklaştırması gerekmektedir.

Genel Kurul tartışmalarında muhalefet iktidarı eleştirse de hem Kürt sorununa hem de HDP’den uzak durduğu görüldü. Kürt sorununa dair söz kurmayan bir muhalefetin iktidar olması halinde demokratik bir Türkiye iddiası mümkün mü?

Çok açık ki Kürt sorununu çözemeyen, çözülüyor. HDP’nin anahtarı rolü var. Burada asıl mesele HDP’nin adı değildir. Kürt halkı ve demokrasi güçleridir. HDP seçmeni olmadan Türkiye’de yeni bir iktidarla demokratikleşmeye yürümek mümkün değildir. HDP açısından Türkiye’de birinci sorun Kürt sorunun demokratik ve barışçı yollarla çözümü, bunun içinde demokratik bir ortama ihtiyaç vardır. Demokratik Cumhuriyet’e ulaşma, o yönde yürümeye ihtiyaç vardır. Demokratikleşme arttıkça Kürt sorununun çözümü de artar, adımlar da artar. Kürt sorununu çözmeyen bir anlayış asla demokratik olamaz. Bunu muhalefete de anlatıyoruz, politikalarımızda kararlıyız ve bu duruşumuzu da sürdüreceğiz.

MA / Berivan Altan