Hatip Dicle için yakın çağ Kürt mücadelesinin hafızası, diyebiliriz. Hele barış girişimleri ve süreçleri için bu daha çok geçerlidir. PKK Lideri Abdullah Öcalan, ilk ateşkesi süresiz uzatmak için Lübnan’da düzenlediği basın toplantısında 5 HEP milletvekili ile birlikte yer aldı. Öcalan’ın ateşkes ve barışla ilgili düşüncelerini yakından dinleme şansı oldu. Ara aşamalarda ilan edilen ateşkesleri ve barış için devletle olan temaslarda bilgi sahibiydi. Çözüm sürecine ise Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) eşbaşkanı olarak katıldı. İmralı Heyeti’nde yer aldı. Böylece sürecin detaylarına dair bilgileri en yetkili ağızdan dinlemiş oldu. Sürecin selametle ilerlemesi için çaba gösterdi. Sürecin hangi aşamalardan geçtiğini, ne gibi engellerle karşılaştığını yakından izledi. Hatip Dicle, sürece dair gerçekleri Yeni Yaşam Gazetesi'ne anlattı. Dicle Gazete'nin kendisine yöneltiği sorulara şu şekilde cevam verdi:

Çözüm sürecinden önce gerçekleşen barış girişimlerini özetler misiniz?

Seksenli yıllarda başlayan mücadele yeni bir süreç doğurdu. Kürt sorunu birkaç yıl içinde tüm dünyanın dikkatini çeken bir Ortadoğu sorunu haline geldi. 1992 yılına gelindiğinde, Türk devletinin “derinliklerinde” Kürt sorununa yönelik iki farklı zihniyetin geliştiği, artık anlaşılabiliyordu.

Bunlardan birincisi, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın başını çektiği siyasal çizgiydi. Güney Kürdistan’da, federe bir siyasal statünün giderek şekillendiğini dikkate alarak, Kürt sorununun artık şiddet yöntemleriyle çözülemeyeceğini düşünüyorlardı. Onların deyimiyle devlet 29. Kürt ayaklanmasını bastırmak için, her türlü yöntemi denemişti. OHAL’in ilan edilmesi, köy koruculuğu sisteminin geliştirilmesi, poliste ve orduda özel timlerin kurulması, Kürt köylerinin boşaltılması, binlerce Kürt yurtseverinin kontr-gerilla güçlerince öldürülmesi, gerillaya yönelik kapsamlı askeri operasyonlar vs. sonuç alamamıştı. Tüm bu ayaklanmayı bastırma çabalarına rağmen Kürt hareketi giderek büyümekte ve halk desteği artmaktaydı. Böyle gidemeyeceği açıktı. Devletin bu soruna yaklaşımında, strateji değiştirmenin zamanıydı. Yani Kürt sorununa barışçıl demokratik yollarla, bir siyasi çözüm bulunmalıydı.

Devlet içindeki ikinci siyasi çizgi ise İttihat Terakki’den Cumhuriyet’e devredilen, Kürtleri inkâr ve imha amaçlı stratejiydi. Bu çizgi de Türk ordusu, istihbarat örgütü ve MHP-Ergenekon zihniyetinde somutlaşmış ve adına “derin devlet” denilen kontrgerilla teşkilatı tarafından temsil ediliyordu. Başında da Türk ordusunun Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş’in olduğu anlaşılıyordu. Zaten 1993 yılı ortalarında, Tansu Çiller’in başbakan olmasıyla, artık muhalif demokratik basın, bu güçleri Çiller-Güreş Kliği olarak adlandırıyordu. Kürtlere ve demokratik çözümden yana olan herkese saldırılar gerçekleştiriyorlardı.

İşte tam o günlerde, Lübnan’dan gelen bir ses, herkes için bir umut olmuştu. PKK Lideri Öcalan, 17 Mart 1993’ten başlayarak bir ay boyunca, tek taraflı ateşkes ilan etmişti. Şüphesiz ki bu siyasi hamle, Özal’ın elini ve çizgisini oldukça güçlendirmişti. Cumhurbaşkanı Özal ise bu tarihsel fırsatı, değerlendirmeye kararlı görünüyordu. Sonradan tüm boyutuyla açığa çıktı ki Özal, ateşkes sonrası üç ayrı kanaldan Sayın Öcalan’a mesaj ulaştırmıştı. Birincisi biz HEP milletvekilleri üzerindendi. İkincisi gazeteci Cengiz Çandar kanalıyla ulaştırılan mesajdı. Üçüncü ve en önemlisi ise Güney Kürdistan’da seçkin bir siyaset adamı olan, sonradan Irak Cumhurbaşkanlığı görevini de ifa eden YNK Lideri Mam Celal (Celal Talabani) üzerindendi…

Cumhurbaşkanı Özal, her üç kanaldan da Sayın Öcalan’a ilettiği mesajda; ateşkesi önemsediğini, ancak gerekli adımlar için ateşkesin süresiz olarak uzatılmasını istiyordu. Bu nedenle Öcalan’ın 16 Nisan 1993 günü yapacağı bir aylık tek taraflı ateşkes değerlendirmesi ve aldıkları yeni kararın açıklanacağı Lübnan’daki basın toplantısı, çok önem kazanmıştı. Sonuçta Sayın Öcalan, biz 6 kişilik HEP milletvekillerinin de hazır olduğu basın toplantısında; demokratik çözüme tarihsel bir fırsat tanımak için tek taraflı ateşkesi süresiz olarak uzattıklarını açıkladı. Hepimiz çok coşkuluyduk. Tarihi bir adım atılmıştı.

17 Nisan günü, biz daha Şam’da iken Özal’ın ölüm haberini aldık. Mam Celal bu acı haberi ilettikten sonra, “Özal gitti, bu iş bitti !..” dedi. Vefat haberini duyan Öcalan’ın yorumu da oldukça ilginçti: “Osmanlı’dan beri gelen bir devlet geleneği var… Görevini başaramayan ölür… Büyük olasılıkla ‘derin devlet’, on yıldır bize karşı savaştığı halde, sonuç alamayan Cumhurbaşkanı Özal’ı, yenildiğini kabul ederek öldürdü…” demişti. Yıllar sonra saç tellerinin analizinden elde edilen bilimsel sonuçlar, Özal’ın zehirlenerek öldürüldüğüne işaret etse de soruşturma dosyası o noktada kapatıldı. Gerçekler karanlıkta bırakıldı. Bir süre sonra ateşkes sabote edildi. Ve silahlar tekrar konuşmaya başladı.

Özal öldürüldükten sonra ne gibi gelişmeler oldu?

Sayın Öcalan’ın 1995 yılı sonlarında yapılan genel seçimler sırasında ilan ettiği tek taraflı ateşkes de yine 1993 yılındaki gibi devlet tarafından sabote edilmişti. 1996 yılının baharında, Sayın Öcalan’ın Şam’da ikamet ettiği binaya yönelik, bir tonluk TNT ile yapılan Türk kontrgerilla saldırısı da ateşkesin bitmesine ve savaşın tekrar yoğunlaşmasına neden olmuştu.

Akabinde ABD ve NATO’nun tam desteğini arkasına alan Türk devleti, Suriye’ye ültimatom vermişti. Ya hemen PKK Lideri Öcalan’ı Suriye’den çıkaracak ya da Türk ordusu Suriye’ye savaş açacaktı. Bu çok ciddi bir durumdu… Suriye’de Hafız Esad yönetimi, böylesi büyük bir ittifak gücü karşısında yalnızdı.

Bu güç dengesizliğini dikkate alan Sayın Öcalan, bu kez Avrupa’da barışçıl-siyasi çözüm seçeneğini zorlamak amacıyla, 9 Ekim 1998 günü Şam’dan ayrılmıştı. Ne var ki ABD öncülüğündeki tüm Avrupa devletleri, Türk devletinin yanında yer alarak, siyasi çözüm yolunu tıkamışlardı. Detaylara girmeden belirtmeliyim ki, sonuçta Sayın Öcalan 15 Şubat 1999 günü CIA tarafından esaret altına alınarak, Türkiye’ye teslim edilmişti. Özgürlük mücadelesi veren Kürt halkı yastaydı… O dönem Türkiye’de hâlâ idam cezası yürürlükteydi. Eğer Sayın Öcalan idam edilirse, belki de yüzyıl sürecek çok kanlı bir sürecin fitili ateşlenecekti.

Sonuçta Sayın Öcalan, çok etkili bir liderlik göstererek, bu korkunç yangının erkenden söndürülmesini sağladı. Kürt halkına, yurtseverlere ve gerilla güçlerine çağrı yaparak, tüm şiddet eylemlerinin sonlandırılmasını istedi. Devlet heyetleriyle karşılıklı fikir alışverişinde olduklarını ve sorunların diyalog yoluyla demokratik bir çözüme ulaşmasına çalışacaklarını deklare etti. Kürt tarafının bu sağduyulu tavrı birkaç gün içinde siyasi tansiyonun düşmesini sağladı.

Öcalan, devlet heyetleriyle yapılan görüşmeler akabinde, siyasi çözüm ve diyaloğa şans tanımak amacıyla 1 Eylül 1999’dan itibaren, Kuzey Kürdistan topraklarında bulunan tüm gerilla güçlerinin; Güney Kürdistan’a çekilmesi çağrısı yaptı. Gerilla birkaç ay sonra, resmi sınırların tamamen dışına çıktı.

Bu çabalar yanında, Sayın Öcalan, İmralı’da barış ve demokrasinin manifestosunu hazırlamaktaydı. Uluslararası komplonun gerçekleşmesinden sonraki dört yılda, insanüstü bir çabayla barışın mimarlığını adım adım inşa ediyordu. Kadın özgürlüğü, ekolojik yaklaşım, eşit haklar temelinde etnik ve inançsal birliği temsil eden Demokratik Ulus anlayışını, Türkiye ve Kürdistan’da yeni bir demokratik yaşamın temellerinin atılmasını hedefliyordu.

Ne var ki, 11 Eylül 2001 günü El-Kaide militanlarının Amerika’daki İkiz Kuleler’e saldırması ve ardından ABD Başkanı’nın Afganistan ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu’ya müdahale edileceğini deklare etmesi, Türk devletinin devlet aklındaki müzmin “bölünme paranoyası”nı yeniden canlandırmıştı. Zaten o dönemki ABD Yönetimi, Türk devletini stratejik müttefiki olarak gördüğünden dolayı, Türkiye’deki Kürt sorununun çözümünde devletin frene basmasını sorun etmeyecekti. Hatta PKK’yi tasfiye etme girişimlerine onay verebilecekti. Sonradan tüm bu olasılıklar maalesef gerçeğe dönüştü. Türk devletinin dayatmasıyla “PKK’nin terörist olduğu” tezi başta ABD ve sonra da AB tarafından kabul edildi. Oysa PKK birkaç yıldır, tek bir mermi bile kullanmamış, sorunun demokratik çözümünü tehlikeye atabilecek hiçbir askeri adım atmamıştı. Belli ki Türkiye’deki nüfusu 20 milyonu aşkın olan Kürtler, bir kez daha Ortadoğu’daki pazarlık masasında “satılmıştı!..” Gerçek buydu… Bu gelişmeler Türk devletine yeniden büyük bir cesaret verdi. Hatta teşvik etti. Gerillayla Türk ordu güçleri arasındaki çatışmaların şiddetlenmesi, AKP hükümetini olağanüstü zorluyordu. Türkiye ve Kürdistan’daki çatışma sürecini yakından takip eden ABD ve AB; KDP ve bizzat Irak Cumhurbaşkanı Mam Celal’i devreye koymuştu. Başbakan Erdoğan da Özal gibi çeşitli aracılarla, PKK’den ateşkes ilan etmesini istiyordu. Sonuçta Öcalan’ın da onayıyla, KCK Yürütme Konseyi 1 Ekim 2006 günü, tek taraflı ateşkes ilan etti. Ancak dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ, bir gün sonra Erciş’e giderek, çok sert bir açıklamayla, “TSK’nin tek bir terörist kalıncaya kadar savaşı sürdüreceğini” resmen duyurdu. Özcesi devletin sivil ve asker kanatları farklı tellerden çalıyordu.

Oslo’da 11 görüşme

Oslo süreci nasıl başladı?

Uluslararası güçlerin yeniden devreye girmesiyle, devlet ve PKK heyetleri arasında 2008 yılı Nisan ayında başlayan diyalog sürecini ise merkezi Cenevre’de bulunan aracı bir kurum tarafından sağlandı. Bu kurum; BM, AB, İngiltere, İsviçre ve Norveç devletlerinin desteğine sahipti. Tüm güvenlik, ulaşım, iletişim ve mekân ihtiyacını Norveç devleti üstlendi. Adına “Oslo Görüşmeleri” denilen bu gizli diyalog süreci boyunca, Sayın Öcalan da devredeydi. Mektupları ve heyetlere sunduğu plan taslakları ile görüşmelerin yine fikir mimarıydı…

3-4 Eylül 2008 tarihinde yapılan ilk Oslo-1 görüşmesinden sonra, yaklaşık üç yıla yayılan çeşitli tarihlerde 11 toplantı yapılmıştır. Her toplantı sonrası aracı kurum tarafından bir Mutabakat Metni hazırlanmış ve taraflarca onaylanmıştır. Bu süreçte Sayın Öcalan’ın yaklaşık 15 mektubunun orijinalleri, arabulucu devlet arşivlerinde, kopyaları ise PKK ve aracı kurumun arşivlerinde bulunmaktadır. Aslında daha Oslo görüşmelerinin başlangıcında, devletin somut bir çözüm politikasının olmadığı anlaşılmıştır. Ancak PKK, “eylemsizlik” ve “ateşkes” kararlarıyla iyi niyet ve güven artırıcı girişimlerini, Oslo görüşmeleri süreci boyunca sürdürmeye devam etmiştir. Ne var ki bu süreci asıl sabote eden, “KCK Operasyonları” adı ile bilinen siyasi soykırım operasyonları olmuştur. Devlet heyeti defalarca bu operasyonların durdurulacağı vaadini vermesine rağmen bu sözünü gerçekleştirmemiştir. Son Oslo-11 Toplantısı ise 5 Temmuz 2011 günü gerçekleştikten sonra, diyalog süreci sona ermiş, 2011 ve 2012 yılında yeniden şiddetli bir savaş sürecine girilmiştir.

2'İNCİ BÖLÜM

Söyleşinin ikinci bölümünde Hatip Dicle, Çözüm Süreci’ni ve bu sürecin PKK Lideri Abdullah Öcalan tarafından nasıl hazırlandığını anlattı. Dicle'nin açıklamaları şöyle;

İmralı sürecinde Öcalan, barış için hangi adımları attı?

Oslo görüşmelerinin tıkanmasının ardından, son gelişmeleri değerlendiren Sayın Öcalan da devlet heyetine tavırlarını netleştirmeleri konusunda 12 Temmuz 2011 tarihine kadar süre vermişti. Ancak sürecin artık şiddetli bir savaşa evrileceği, gelişmeleri yakından izleyen herkesin varabileceği bir aşamaya ulaşmıştı.

Türk devletinin İran’la birlikte sürdürdüğü askeri harekat ve Roboski Katliamı gibi savaş ve insanlık suçu da bu süreçte işlendi. 2012 yılı ortalarında bu kez on bine yakın mahpusun tüm cezaevlerinde başlattığı ölüm orucu direnişi devreye girdi. Bu direnişin 40. gününden sonra başlayan ve giderek Kuzey Kürdistan’ın tüm şehirlerine ve metropollerdeki Kürtlere kadar yayılan kitlesel halk hareketiyle, AKP hükümeti tam bir tıkanma içine girmişti. Ayrıca 19 Temmuz 2012 günü özerkliğini ilan eden kantonlarla, Rojava Devrimi yeni bir aşamaya geçmişti. Bu nedenle hem Bakur’da, hem de Rojava’da Türk devletinin konsepti iflas etmişti.

İşte tam da bu süreçte, Sayın Öcalan devreye girerek, hükümete bir mektup yazdı. Mektupta mealen, “Siz şiddet yöntemleriyle Özgürlük Hareketi’ni yenemezsiniz. Savaş ne kadar sürse de sonuçta gelinecek nokta yine diyalogdur. Bu nedenle diyalog ve müzakerede gecikmeyiniz. Biz buna hazırız!..” demişti.

Devlet ve hükümet organları, bu yaklaşıma olumlu cevap verince 2013 yılı başlarında, devlet ve KCK arasında, üçüncü bir göz olmadan, doğrudan görüşmelerle, adına “İmralı Süreci” veya “Çözüm Süreci” denilen diyalog ve görüşmeler zinciri böylece start almıştı.

Devlet heyetinin devreye girmesiyle, ilk adım olarak 3 Ocak 2013 günü, Kürt milletvekilleri Ahmet Türk ve Ayla Akad Ata’nın, İmralı Adası’nda Sayın Öcalan’la görüşmeleri sağlandı. Bu adım devlet heyeti arasında, üç aydır devam eden görüşmelerin sonucu olarak gelişti. Yeni bir diyalog aşamasının ilk adımı olarak tarihe geçti. Nitekim devlet heyetinin Sayın Öcalan’ı Kürt tarafının “Başmüzakerecisi” olarak resmen tanıması da bu süreçte gerçekleşti.

“Çözüm Süreci”nin temelini oluşturan önerilerin ana hatları nelerdi?

Barış ve demokratik çözüm yoluna adeta bir mayın gibi döşenen Paris’teki karanlık suikasttan sonra, Kürt tarafı adına Başmüzakereci Sayın Öcalan, 13 Şubat 2013 günü devlet heyetine; üç aşamalı “Demokratik Barış Eylem Planı” başlıklı önerisini sundu. Bu Eylem Planı, aynı zamanda Kandil’e gönderilecek ve KCK Yürütme Konseyi’nin de düşünceleri alınacaktı.

Sözü edilen “Eylem Planı” üç aşamadan oluşmaktaydı. Birinci aşama: Çatışmasızlık ortamının sağlanması. İkinci aşama: Anayasal ve yasal sürecin başlaması. Üçüncü aşama ise normalleşme süreciydi.

Örneğin, birinci aşamanın ikinci maddesinde şöyle diyordu: “Taraflar arasında ana ilkelerde anlaşılmak kaydıyla, en geç Haziran-2013’e kadar, çatışma alanlarından anlamlı bir geri çekilme hedeflenmektedir.’’

Devamında ise hükümetin hiçbir zaman yerine getirmediği temel beklenti yazılıyordu: “Çekilmenin önündeki engellerin kaldırılması ve yasal boşlukların giderilmesi acilen sağlanmalıdır.”

Birinci aşamanın dördüncü maddesinde, “Çekilme sırasında ve sonrasında doğacak boşluğu denetlemek için, Meclis (TBMM) tarafından bir komisyonun kurulması ve buna bağlantılı olarak AKİL İNSANLAR Grubu’nun teşkil edilmesi gerektiğini” öneriyordu.

Sayın Öcalan “Çatışmasızlık sürecinin başarıyla tamamlanması halinde, ikinci aşamanın başlayacağını” yazmıştı. “Anayasal ve yasal güvencelerin gerçekleşeceği bu aşama sonbahara kadar tamamlanmalıydı” deniyordu.

İkinci aşamadan beklenti ise şu şekilde formüle edilmişti: “Anayasal adımlar: Bunun için öncelikle sorun teşkil eden, belli başlı Anayasa maddeleri üzerinde uzlaşı sağlanması, başta Seçim Kanunu ve Siyasi Partiler Yasası olmak üzere bazı temel yasaların demokratikleştirilmesi, Yerel Demokrasi’nin tanınması açısından da öncelikle Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın çekincesiz olarak imzalanması…’’

Vatandaşlık tanımının etnik ve dinsel bağlamdan ayrıştırılması isteniyor ve “kimliklerin özgürce ifade edilmesi ve yaşatılması garanti altına alınmalıdır” deniliyordu. Başmüzakereci Sayın Öcalan, ikinci aşamanın başarıyla tamamlanması sağlanmadan, “üçüncü ve son aşama olan normalleşme sürecine geçilemez’’ diye de önemle belirtiyordu.

Üçüncü aşama ise yedi madde ile formüle edilmişti. “Bu aşamanın temel amacı normal yaşama geçiştir, savaş ortamından kalıcı barış ortamına güvenlik içinde ulaşmaktır’’ dedikten sonra, silah bırakma sürecine ilişkin ise aynen şöyle yazmıştı: “Silahların bırakılması, varlıksal ve özgürlüksel olarak Kürtlerin sorununun, çözüme kavuşturulmasına bağlıdır.’’ Sonuçta İmralı Adası’nda devlet adına görüşmelerde bulunan heyet, bu taslağı kabul ederek, gerekli adımların atılacağına dair taahhütte bulundu.

Öcalan’ın 2013 Newroz Mektubu ülke ve bölge barışı için nasıl bir perspektif sundu?

Bu ilk aşamada, KCK Yürütme Konseyi’nin bazı kaygılarını geniş ve detaylı mektuplarla yanıtlayan Öcalan, senkronize adımların atılacağı taahhüdüne dayanarak, “Geri çekilme Çağrısı’’nı da içeren ve 21 Mart 2013 NEWROZ gününde Amed’de yüz binlerce insanın önünde okunan, tarihi mesajını hazırladı.

Yüz binlerce Kürdün doldurduğu AMED NEWROZ ALANI, o gün tarihi bir adıma tanıklık etti. Öcalan’ın tarihsel Newroz mesajını büyük umutlarla dinledi. Alandaki barış sloganlarıyla yüz binlerce Kürt ve dostları, Sayın Öcalan’ı o gün coşkuyla selamlayarak, bu sürecin özneleri olacaklarını haykırdı.

Sayın Öcalan’ın, hegemon güçlerin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek istediği 3. Dünya Savaşı koşullarında, halklara sunduğu perspektif çok açık ve netti. Bu perspektif, AİHM’e sunduğu ciltler dolusu savunmalarında tüm detaylarıyla işlenmekteydi. Ortadoğu halkları tüm etnik ve inançsal farklılıkları zenginlik kabul ederek, eşitlik ve özgürlük temelinde örgütlenip birleşmeli ve kendi geleceklerini özgür iradeleriyle, barış ve demokrasi içinde inşa etmeliydi. Ne bölgedeki gerici devletlerin, ne de hegemon güçlerin yedeğine girmemeli; halkların ortak çıkarlarını esas alan bir politik tutum içinde olmalıydı.

Türkiye’deki Kürt sorunu da bu anlayış doğrultusunda, tıpkı 1919-1922 yılları arasındaki Türk ve Kürt halklarının stratejik ittifakında olduğu gibi, 1921 Anayasası yeniden güncellenerek çözülebilirdi. Bu amaçla silahlar değil, fikirler konuşmalıydı. Tüm Ortadoğu’da, Türkiye ve Kürdistan’da demokratik zihniyet devrimi mutlaka gerçekleşmeliydi. Sayın Öcalan tarafından, o gün Newroz meydanında, Kürt halkına ve tüm Türkiye halklarına sunulan barışçıl ve demokratik perspektifin özü kısaca buydu…

2013 Newrozu’ndan yaklaşık bir ay kadar sonra 25 Nisan 2013 günü, HPG Anakarargah Komutanı Murat Karayılan, Kandil’de düzenlediği basın toplantısıyla, 8 Mayıs’tan itibaren güçlerinin geri çekilmeye başlayacağını duyurdu. Ve öyle de oldu… Tüm siyasi gözlemcilerin de tanıklık edeceği gibi, 2013 yılı Şubat ve Mart aylarında, devletin sürece çok sıcak bir yaklaşımı vardı. Ancak geri çekilme sürecinin başlamasıyla, bu olumlu atmosfer bitti. Örneğin senkronize adımlar çerçevesinde, devletin o dönem için cezaevlerinde bulunan 200 civarındaki ağır hasta PKK’li tutsağın serbest bırakılacağı vaadi, hiçbir zaman yerine getirilmedi.

Yine anlaşmaya göre, devlet haziran ayından itibaren yasal adımlar atmaya başlayacaktı. Ne var ki temmuz ayında bile, herhangi bir yasal adım atılmamıştı. O arada PKK’nin Büyük Kongresi gerçekleşti. Devletin senkronize adımlar atma vaadi hiçbir şekilde yerine getirilmediği gerekçesiyle, ağustos ayında, geri çekilmeyi yavaşlatma kararı aldı. Eylül ayında da olumlu bir adım atılmadığından dolayı geri çekilme, KCK tarafından resmen durduruldu.

Sürecin bu noktaya evrilmesindeki temel sorun ise tarafların Rojava Devrimi’ne yönelik farklı tavırlarıydı. Özellikle de Türk devletinin Kobani’ye yönelik politikasıydı. Bu süreçte devlet; El-Nusra, Ehrar El-Şam ve DAİŞ gibi cihadist-terörist örgütleri açıktan destekleyerek, sürece Kürtler aleyhinde müdahale etmekteydi. Üstelik Kuzey Kürdistan’da da devletin tavrı yine kaygı vericiydi. Sadece Hakkari bölgesinde 189 karakol yapılmış, Diyarbakır ve Dersim gibi birçok bölgede, beton bloklarla tahkim edilmiş onlarca kale-kol inşaatı başlatılmıştı. Devletin büyük bir savaşa hazırlandığı, giderek açığa çıkıyordu.

Dolmabahçe Mutabakatı

Dolmabahçe Deklarasyonu’nun barış için önemi neydi?

Bu süreçte, en önemli adımlardan biri de adına “Dolmabahçe Mutabakatı’’ denen 10 maddelik tarihsel bir belgenin, İmralı ve devlet heyetleri tarafından, kamuoyuna ortaklaşa sunulmasıydı. Bu Mutabakat Metni’nin her bir maddesi, başlatılması kararlaştırılan müzakerelerdeki, konuşulacak olan sorun başlıklarından oluşuyordu. Örneğin ALEVİ veya KADIN sorunu tartışıldığında, bu sorunlar çerçevesinde örgütlenmiş tüm sivil toplum örgütlerinin temsilcileri de İMRALI ADASI’na davet edilecekti.

Orada talepleri dinlenerek, taraflar arasında tartışma yürütülecek ve varılan mutabakatlar, yazılı hale getirilip imzalanacaktı. En önemli hususlardan biri de bu tartışmaların şeffaf yürütülerek, basın yoluyla topluma ulaştırılması ve toplumun da bu tartışmaya katılımının sağlanmasıydı. Sonuçta maddelerdeki tartışma ve kararlar imzalı belgelerle güvence altına alındıktan sonra, Sayın Öcalan PKK’ye çağrı yaparak Kongresi’nin hemen toplanmasını ve “PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı sürdürdüğü silahlı mücadeleye son verildiğinin’’, kongre kararı ile ilan edilmesiydi. Özcesi; İmralı’da devlet, toplum temsilcileri ve Kürtlerin de içinde olduğu demokratik güçler tarafı, sorun başlıklarını teker teker tartışacak, ortak mutabakata varılan hususlar, yazılı hale getirilip imzalanacaktı. Ortaklaşa olarak ortaya çıkarılacak olan bu tarihi belge, yeni DEMOKRATİK ANAYASA TASLAĞI’nın çerçevesini oluşturacaktı. İmzalı mutabakat metninin, ulusal ve uluslararası kamuoyunun bilgisine sunulması, PKK’nin Türk devletine karşı yürüttüğü silahlı mücadeleye son vermesi için yeterli olacaktı.

İmralı Adası’ndaki masa etrafında tartışmalar yürürken, tamamı Türkiye’den oluşturulan “İzleme Heyeti” (Ki ortaklaşa olarak, 7 kişiden oluşan isimler tespit edilmişti), müzakereler tıkandığında, uzlaştırma için devreye girecek olan “akil insanlardan” oluşmaktaydı. Bu formülasyon, “Üçüncü gözün’’ BM, uluslararası bir kurum veya bir devlet olmaması koşulunu öne süren Devlet Heyeti tarafından önerilmişti. Gerekçesi de devlet ve toplumun birlikte müzakere yürüterek uzlaşması gerektiği fikrinden hareket etmekteydi.

Sayın Öcalan bu Dolmabahçe Mutabakatı’nın 28 Şubat gününde ilan edilmesinde ısrarlıydı. Çünkü o gün 28 Şubat darbesinin yıl dönümüydü. Bu deklarasyonun, 28 Şubat darbesine bir yanıt olmasını istiyordu. Ve sonuçta öyle de oldu… 28 Şubat 2015 günü Dolmabahçe Sarayı’nda 10 maddelik bu mutabakat metni, TRT’den canlı yayınla kamuoyunun bilgisine sunuldu.

Sürecin bozulmasının sonuçları ne oldu?

AKP+MHP+ERGENEKON’dan oluşan “ŞER İTTİFAKI”; ne yazık ki 5 Nisan 2015 günü bizzat Erdoğan’ın ağzından, müzakere sürecine geçit vermeyerek, yeniden kanlı bir sürecin “düğmesine” bastı. Otuz aydır İmralı’da kurulmuş olan ve kamuoyunda “Diyalog, Barış ve Çözüm Masası’’ olarak adlandırılan süreç, Erdoğan tarafından, böylece sona erdirildi. Bir süre sonra da Türk ordusunun kapsamlı bir saldırısıyla, eskilerinden çok daha şiddetli bir çatışma süreci başlamış oldu. Bu yıkım süreci yaklaşık altı yıldır devam etmektedir. Son söz olarak belirtmeliyim ki; tüm yaşamında Kürt halkının, Türkiye ve Ortadoğu halklarının birlik, barış, özgürlük ve demokrasi mücadelesine büyük hizmetler veren Öcalan’ın tam özgürlüğünü sağlamak, hepimiz açısından en acil insani ve ahlaki bir görev olmuştur. Bu görevi mutlaka ama mutlaka başarmak zorundayız!..