HDP’nin önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, kaleme aldığı son yazısında, iktidar kanadının 'çöktürme planı'ndan bahsederek, " AKP-MHP’nin, Milli Güvenlik Kurulu onayıyla yürüttüğü “çöktürme planı"nın bir ayağı da toplumu zayıflatıp düşkünleştirmek, Kürt halkını kendi içinde bölük pörçük hale getirmekti. Ancak örgütlü bir halkı düşkünleştirmek kolay olmayacağı için önce onun örgütlü yapılarına yönelik kapsamlı bir saldırıya girişildi." dedi.

AKP-MHP kanadının Kürt halkını yıldırmak için elinden geleni yaptığını vurgulayan Demirtaş, yazısında emekçi sınıfa da değindi, Kürt sermayedarlara çok iş düştüğünü söyleyerek, "Bizleri aynı partide buluşturan dertler aynı sınıfa sokmayabilir ama aynı düğünün halayına durmak, aynı sofraya oturmak, mevcut ekonomik kriz ortamında Kürt yoksullarının düşürülmek istendiği sefalet koşullarına karşı direnç ve dayanışma mekanizmalarını genişletmek herkesin sorumluluğudur." ifadelerini kullandı.

Selahattin Demirtaş'ın Yeni Yaşam gazetesinde yayımlanan son yazısı şöyle:

"Beş yılı aşkın süredir hapiste tutulmamızın en önemli nedenlerinden biri halkla doğrudan temas kurmamızın engellenmek istenmesi. Ancak tüm kısıtlamalara rağmen avukatlarım, gözlem ve düşüncelerini benimle paylaşan dostlarım ve bana gönderilen sayısız mektuptan süzdüğüm bilgiler sayesinde Diyarbakır’dan Van’a, Mardin’den Iğdır’a, Batman’dan Bingöl’e, Hakkâri’den Şırnak’a kadar pek çok yeri mahalle mahalle, sokak sokak, ilçe ilçe, köy köy geziyor; yoksul halkımıza, işçi ve emekçi sınıflara dayatılanları tek tek not ediyorum. 

Aynı seyahatleri İstanbul’da, İzmir’de, Adana’da, memleketin dört bir yanında ve esas olarak yoksul sınıfların yaşadığı semtlerde, çalıştığı atölyelerde, fabrikalarda, tüm sömürü alanlarında da yapıyorum. Halkımızın, dostlarımızın gözlemlerini, şikâyetlerini, eleştiri ve önerilerini avukatlar veya mektup aracılığıyla bana iletmeye devam etmelerini diliyorum.

Emekçi çeperlere itiliyor

Memleketin her yerinde, ama özellikle HDP’nin siyasi olarak güçlü olduğu, kayyum siyasetiyle gasp edilen, fiili Olağanüstü Hal rejimiyle baskı altında tutulan birçok yerde, iyice yoksullaştırılmış işçi ve emekçi sınıfların hem fiziki hem de sosyal açıdan şehir çeperlerine itildiğini, birçok il ve ilçede orta sınıfların yaşadığı semtler ile yoksul sınıfların yaşadığı mahallelerin belirgin sınırlarla birbirlerinden iyice ayrıldığını, yoksul Kürt kitlelerinin giderek gettolara itildiğini, buralarda da devletin zor aygıtlarıyla baş başa bırakıldıklarını, bunun tasarlanarak icra edilen bir plan olduğunu gözlemliyorum. 

Kürt sermaye sınıfının bazı unsurlarının bilinçli olmasa bile sınıfsal yapıları gereği buna iştirak ettiğini, orta sınıfların ise bunu normalleştirmeye yöneldiğini üzülerek izliyorum. Bu kentsel dışlanmaya, ayırımcılık ve mutenalaştırma seferberliğine ortak olan sermaye gruplarının iştahlarına gem vurmaları, yoksullaştırılmış ve tüm sınıfların en altına itilmiş halkımızın sahipsiz olmadığını hatırlamaları, baskıcı rejimin planlarının uygulayıcısı olmamaları, zulüm düzeninin ortadan kalkması için çaba sarf etmeleri gerekiyor. 

Öte yandan, Kürt siyasal hareketinin politik bilinciyle yoğrulmuş geniş kitleler, yani hem yoksul hem de orta sınıftan insanlar halen aynı partide olmalarına rağmen sınıf ve kültür farklılaşmasının yol açtığı siyasal sonuçlar nedeniyle, giderek “ayrı mahallelerin çocukları” haline geliyor, getiriliyorlar. 

Yoksul kesimler giderek hem sosyal hayattan hem siyasetten hem de şehirden dışlanıyor, tabiri caizse kovuluyorlar. Kapitalizmin hiyerarşisi, her yerde olduğu gibi politik Kürt mahallesinde de olağan sonuçlarını doğururken devletin çeşitli kirli elleri Türkiye’deki emekçi kitlelerin birbirine el uzatmasını da engelliyor. 

Halkı savunmasız bırakmak

Genel bir tespit olarak şunu belirtmeliyim; AKP-MHP’nin, Milli Güvenlik Kurulu onayıyla yürüttüğü “çöktürme planı"nın bir ayağı da toplumu zayıflatıp düşkünleştirmek, Kürt halkını kendi içinde bölük pörçük hale getirmekti. Ancak örgütlü bir halkı düşkünleştirmek kolay olmayacağı için önce onun örgütlü yapılarına yönelik kapsamlı bir saldırıya girişildi. Bu saldırı halen devam ediyor. Partisi, belediyeleri, kültür kurumları, basın organları, sivil toplum örgütleri, kadın ve gençlik yapılanmaları sistematik ve ağır saldırılara tabi tutularak halk her yerde öncüsüz, örgütsüz, böylece savunmasız bırakılmaya çalışıldı. 

Cizre ve Sur başta olmak üzere, bölgede her türlü vahşi yöntem en acımasız şekilde hayata geçirilerek halk iradesi kırılmaya, teslim alınmaya çalışıldı. Yoğunlaştırılmış baskı politikalarıyla kentler ablukaya alınarak yıllara yayılan bir Olağanüstü Hal rejimiyle sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik alan nefessiz bırakılmaya, boğulmaya çalışıldı. Öncü siyasi kadrolar zindana veya sürgüne gönderilerek ve maalesef birçoğu da katledilerek tasfiye edilmeye çalışıldı. 

Tüm bunlarla birlikte apolitik, yozlaşmış bir yaşamın kapıları da sonuna kadar açıldı ve yoksul Kürtler o kapıdan girmeye zorlandı. Uyuşturucu, fuhuş, muhbirlik gibi her türden yozlaşma ve çürüme bizzat devlet eliyle, üstelik bazı yerlerde açıkça topluma dayatıldı, göz yumuldu, desteklendi, uygulandı. Kürt siyasal hareketinin etkisinden arındırıldığı zannedilen yerlere anti kültür kodları enjekte edildi. Oysa Kürt siyasal hareketi sadece makro siyaset üreten bir merkez değil, onurlu bir yaşam tarzı, kültür, etik değerler üreten ve bunu yaşamın temeline koymayı başaran katmanlı bir harekettir. HDP de bu anlamda bir Türkiye partisi değil, dünya partisidir. 

Bunun farkında olan baskı rejimi aktörleri saldırılarını çok kapsamlı ve derinlikli şekilde planlayıp hayata geçirdiler. Toplumu düşkünleştirmeyi, halkta kültürel çözülmeyi başardıklarında Kürt siyasal hareketini tasfiye etmenin an meselesi olacağını zannediyorlardı.

Yoksul kitleler sahipsiz mi?

Ama bu olmadı, başaramadılar. Kürt halkı her anlamda “sivil ölüm”e bütün gücüyle direndi. Bu varlık yokluk mücadelesinden dik durmayı başararak çıktı. “Çöktürme planı”nın sahipleri, başta işçi ve emekçi sınıflar olmak üzere, Kürt halkının direnci sayesinde çöktü, yenildi, dağıldı. Siyasi günleri artık sayılıdır. Ancak, yarattıkları yıkımın verdiği pek çok hasar olduğu yerde duruyor. İşte onlardan biri de yoksullaşma ve yoksullaşanları her yerden kovulacak “lanetliler” sınıfına sokma eğilimini orta sınıf “kültürü” eliyle olağanlaştırmaları. 

Bu konuda, HDP kadar Kürt orta sınıfları, Kürt sermayedarları da ciddi bir farkındalık geliştirmek zorunda. Bizleri aynı partide buluşturan dertler aynı sınıfa sokmayabilir ama aynı düğünün halayına durmak, aynı sofraya oturmak, mevcut ekonomik kriz ortamında Kürt yoksullarının düşürülmek istendiği sefalet koşullarına karşı direnç ve dayanışma mekanizmalarını genişletmek herkesin sorumluluğudur. 

Kürt işçi ve emekçi sınıfları, yoksulluk kaderleri olduğu için değil, devlet onları politik iradeden yoksun bırakmak amacıyla sömürü düzenini sübvanse edegeldiği için yoksullar. 

27 Temmuz 1969’da Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın öncülüğü ve Türkiye İşçi Partisi’nin desteğiyle gerçekleştirilen Doğu Mitingleri’nin Hilvan ayağında, Kürt işçiler ve köylüler “Em tîne, em birçîne, bê kes û bê xwedîne” (Susuzuz, açız, kimsesiz ve sahipsiziz) yazılı bir pankart açmışlardı. Kürt siyasi hareketi ulusal kimlik talepleriyle birlikte bu sınıfsal talepleri ve tüm mücadele mirasını devralarak ortaya çıktı. Halk halen baskıyla, sömürüyle karşı karşıya ama artık kimsesiz ve sahipsiz değil. Çünkü Kürt yoksulları kendi politik iradelerini bedellerle inşa ettiler. O politik irade bugün HDP’de cisimleşmiş ve hedefleriyle, tahayyül ettikleriyle bir dünya partisi haline gelmiştir. Çünkü HDP’nin hamuru sömürüsüz ve her anlamda, her aşamada eşitlikçi bir yaşam anlayışıyla yoğrulmuştur. 

Emekçilerin yanında değil, içindeyiz

Ezberden bir slogan değil bizimki, sınıf gerçekliğimiz: Bizler fabrikalarda, atölyelerde emeği sömürülenlerin, tarlalarda ırgat yapılanların, yoksul gettolarına iteklenenlerin, kavurucu güneşte ve dondurucu soğukta elektriği, suyu kesilenlerin yanında değil, içindeyiz. Bizi, siyasi geleneğimizi sadece düşüncelerimiz değil, hayatımızın pratiği, devletin ve onun işbirlikçisi sermaye sınıflarının baskı ve sömürüleri sol ile bütünleştirmiştir. Bugün Türkiye’nin proletaryasının en büyük parçasını, HDP’nin de tabanını oluşturan Kürt işçi sınıfı oluşturuyor. Emekçi halkın çocukları olarak, emekçi sınıflarla konuşurken tercümana ihtiyacımız yok. Dilimiz aynı, sınıfımız aynı, hedefimiz aynı. 

Tıpkı 1960’larda olduğu gibi, bir kez daha halkımızı “aç, susuz, kimsesiz ve sahipsiziz” duygusuna itenlere karşı amansız bir mücadele yürüttük, yürütüyoruz. Türkiye’de faşizme ve kapitalist sömürüye en büyük bedeli ödeyen Kürt siyasal hareketi, işçi ve emekçi sınıfların amansız mücadelesiyle hem kendisini hem de siyasi öncülerini ayakta tutmayı başardı. Türkiye mevcut faşizmden ve kapitalist sömürü düzeninden kurtulacaksa bundaki en büyük payın Kürt işçi ve emekçi sınıfların ve onların temsilcilerinin olduğu unutulmamalıdır.

Bu açıdan HDP’nin, bizlerin solun neresinde durduğumuzu merak edenler, ön yargı ve kronik üstenci bakıştan arınarak bulundukları yerin soluna bakarlarsa bizi orada göreceklerdir. Bu sol için kaygılanacak değil, gurur duyulacak bir durumdur.

*Edirne Cezaevi"

TKP NE DEMİŞTİ?

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan yaptığı açıklamada, "HDP'siz ittifak olur, mümkün" demişti.  Selahattin Demirtaş’ın muhalefetle ortaklaşma çağrısı yaptığı yazısına ilişkin, “Üslup olarak bizi rahatsız eden şeyler var” diyen Okuyan, "HDP'siz bir ittifak mümkün mü?" sorusuna şöyle yanıt vermişti:

"Başka bir siyasi partinin bundan sonraki yaklaşımlarına ilişkin bir söz söylemek olmaz. Ama çok net bir şekilde şunu söylemek istiyorum. HDP, TKP olarak önemsediğimiz, üç partinin de uzlaştığını düşündüğümüz çerçeve konusunda bazı başlıklarda oldukça belirsiz, bazı başlıklarda da bunlarla çelişen bir tutuma sahip. Bunların da gizli bir tarafı yok. Bu TKP’nin bir ithamı değil. Öznel bir yorum da değil. Siyaset her parti için, her güç için bir müdahaledir. Bir dönüştürücü işlemdir. Hem siyasi güçler, hem toplumsal güçler üzerinde. “Birilerini belli bir noktaya getirelim”i kast etmiyorum. Örneğin Sayın Selahattin Demirtaş mektuplar yazıyor. O da bir müdahaledir. Bu müdahalenin bazı boyutlarından rahatsızlık duyduğumuzu da söylemek zorundayım. Ama siyaset zaten bir müdahaledir ve her şeyi dönüştürmeye çalışırsınız.

“HDP’siz bir ittifak olmaz” türünden bir değerlendirmenin hiçbir şekilde parçası değiliz. Zaten geçmişte HDP’yle ittifak yapmayan bir partiyiz. Diyelim ki bizim bir çağrımız var. Biz çok net ve sulandırılması netlik nedeniyle zor olan bir çerçeve çizdiğimiz zaman bu kimi kapsıyorsa onlarla yürünür. Öte yandan da şu andaki siyaset arenasında pazarlıklar yapılıyor. İttifakların görünen yüzü var görünmeyen yüzü var. Türkiye’de seçim ve -AKP giderse- sonrasında kurulacak hükümete dair birtakım çalışmalar yapılıyor. İlkelerimizden bir tanesi, bu pazarlıkların parçası asla ve asla olmamak. Türkiye’de devrimci hareketi yeni bir restorasyon, yani bugünkü AKP’nin yarattığı tahribatı halk adına değil düzen adına onarmaya çalışan bir şeyin parçası olmayız. Düzen bürokrasisinde yer tutmak, kurulacak bir hükümette aksesuar olmak gibi şeyler TKP’nin parçası olabileceği şeyler değil. Bir çağrı yapılırken dışarıda bırakılanlar tartışılmaz, dışarıda bırakılma üzerine bir şey yapılmaz.....HDP’siz bir ittifak olur mu” diye sordunuz. Olur tabii ki."

Okuyan, Selahattin Demirtaş'ın sola dönük mesajlarıyla ilgili de şunları söylemişti:

"Son dönemde Demirtaş birden fazla yazı kaleme aldı. Bunlardan en sonuncularından biri Evrensel Gazetesi’nde yayınlandı. “Ben Türkiye soluna cezaevinden ders vermek niyetinde değilim ama” ile başlayarak bazı sorular yöneltti. Üslup olarak bizi rahatsız eden şeyler var. Neden var? Öz hakiki sol gibi kavramlar geçiyor. “Beni de solcu görmüyorlar” falan diye. Türkiye’de kimin solcu olduğu kimin başka bir süreçte olduğu gibi durumlar ithamlarla, yaftalarla değil hayatın gerçekliğinde ortaya çıkar. Türkiye Komünist Partisi için geçmişte kimin ne dediğini ortaya döksek, bize nezaket ziyaretinde dahi bulunamazlar. Bunları bu şekilde gündeme getirmenin bence anlamı yok. Ama asıl içerikle ilgili olarak, örneğin “Türkiye solu birleşse, kendi grubunu kursa, kurulacak yeni hükümette bürokraside yer tutsa” gibi söylemler var. Bu söylem az önce söylediğim tehlikeli olan, yani Türkiye solunu bir günahın ortağı yapma tehlikesini barındırıyor. Bu amaçla yazılmıştır demiyorum ama objektif olarak buna hizmet eder. Sağcı karakteri çok güçlü kurulacak yeni bir iktidarın aksesuarı ve halka kabul ettirilmesine yardımcı olacak rol Türkiye solunu zor durumda bırakır."