Sebahat Tuncel*

Kadın kimliğine yönelik saldırılar ve kadın katliamları, kadınlar olarak değişmeyen ve öncelikli gündemimiz olmaya devam ediyor. Kadınlar yıllardır, sokaklarda mücadele ediyor, direniyor. “Jin, Jiyan, Azadi/Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganıyla kadınların yaşam haklarına, kadının insan haklarına, özgürlük sorunlarına dikkat çekmeye çalışıyorlar. Kadın hareketinin ısrarlı ve kararlı mücadelesi sayesinde, bugün kadın sorunu her zamankinden çok gündem oluyor. Sadece 8 Martlarda, 25 Kasımlarda değil, hemen her gün kadın sorunu konuşulmaya başlandı.

Ancak özellikle son zamanlarda kadınların gündem olmasının temel nedeni, karşılaştıkları şiddet, kadın cinayetleri. Kadına yönelik ayrımcılığın ve her türlü şiddetin önlenmesi, kadın yoksulluğunun giderilmesi konusunda bugüne kadar önemli uluslararası sözleşmeler imzalandı, CEDAW, Pekin+5 ve en son 2011’de imzalanan İstanbul Sözleşmesi. Bu sözleşmeler, kadın mücadelesi sonucu ortaya çıkan kazanımlardır. Küreselleşen dünyada, erkek egemen kapitalist dünya sistemine karşı, kadınların dayanışma ağları ve verilen bu ortak mücadele, demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü, eşitlikçi bir sistemin geliştirilmesinde, kadın özgürlük sorununun çözümünde önemli bir hedeftir. Dünya kadınlarının, bulunduğu her yerde kadın taleplerini haykırması ve bunun mücadelesini vermesi, uluslararası mücadele ve dayanışma ağlarını kurması, kadınların kendi mücadele deneyimlerini paylaşması, eşitlik, özgürlük, demokrasi, adalet ve barış taleplerinin güvenceye alınması ve denetlenmesi kadınların her yerde güçlenmesini sağlayacaktır.

Enternasyonalist bir kadın mücadelenin esasını kadın-erkek eşitliği perspektifi oluşturmaktadır. Çünkü tüm eşitsizlikler kaynağını, kadın erkek eşitsizliğinden almaktadır. Eşitlik talebine karşı erkek egemen zihniyetin ve sistemin savunucularının saldırıları giderek artmaktadır. AKP iktidarının son dönemlerde tartışmaya açtığı İstanbul Sözleşmesi’ni de bundan bağımsız ele alamayız.

Kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve kadınların yaşam hakkının güvenceye alınması en acil konulardan birisidir. Bugün kadınların karşı karşıya kaldığı her türlü ayrımcılığın, taciz, tecavüz ve şiddetin kaynağı doğru ele alınmazsa sorunların çözülmesi bir yana, daha da ağırlaşacağını hepimiz biliyoruz. Türkiye’de cinsiyetçi, milliyetçi, dinci ve militarist politikalar nedeniyle, kadınlara yönelik fiziki, cinsel ve psikolojik şiddet günlük yaşamanın bir parçası haline getirilmiş durumda. Kamuoyuna yansıyan şiddet vakaları bile durumun vahametini ortaya koyarken, kamuoyuna yansımayan ve neredeyse her gün erkek egemen kültürün yeniden üretildiği her evde, kadınlar şiddete maruz kalmaktadır. Yani şiddet meselesini sadece cinayete kurban giden veya bir grup kadının sorunu olarak görmek büyük bir yanılgıdır.

Milyonlarca kadın şu ya da bu şekilde şiddetin mağduru olmaktadır. Peki bu bizim kaderimiz mi? Tabi ki değil. Bu durumu değiştirebiliriz. Bunun için öncelikle yaşanan durumun ne olduğunu ne ile karşı karşıya olduğumuzu ve yaşanan sorunun nedenlerini, etki alanlarını doğru tahlil etmek gerekir. Sonucu değiştirmek (şiddet nedeniyle kadınların yaşam hakkının ellerinden alınmamasını veya travma yaşayan, cinsel, fiziksel, psikolojik şiddet mağduru kadınların olmaması) için bu sonuca neden olan siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel ve zihinsel boyutları çok yönlü ele almak ve sorunları kaynağında çözmek gerekir. Bunun için beş bin yıllık erkek egemen düzeni, bu düzenin tüm zihniyet kalıplarının sorgulamak, alışkanlıkları, yarattığı erkek egemen kültürü değiştirmek gerekir. Bunun için bilimi, felsefeyi, tarihi, edebiyatı, sanatı yeniden ele almak gerekmektedir. Kadınların ezilmesi ve sömürülmesinin “anatominin kader olduğu” gibi cinsiyetçi analizler ve bunun üzerinden geliştirilen siyaset, eşitsizliği derinleştirmekte, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığı derinleştirmekte ve gerçeği açığa çıkmasını engellemektedir.

Kadınların biyolojik olarak erkeklerden farklı olmasını, ezilmesinin nedeni olarak gören, kadınların üretme ve yaşamı yeniden üretmesine olan katkılarını sadece “doğa”larının bir gereği olarak ele alan, kadın emeği ve bedeninin sömürüsünü, cinsiyete dayalı işbölümünü meşrulaştıran, kadınlık, erkeklik rollerini yeniden üreten, erkek egemen kapitalist sisteme karşı eşitlikçi, özgürlükçü bir sistem ihtiyacı her zamankinden fazla açığa çıkmış durumdadır.

Kadın erkek eşitliğine inanmayan ve çeşitli söylemlerle kadının ikincil olduğu ya da erkeklerden aşağı olduğunu, erkeklerle eşit olamayacağını her gün yeniden üreterek, kadının köleliğini garanti altına almak isteyen erkek egemen sistemin temsilcilerinin kadına yönelik şiddeti engellemesi mümkün değildir. Cinsiyetçi, milliyetçi, dinci ve militarist politikaların sahipleri kadın katliamlarını önlemek şöyle dursun yeni katliamların yaşanmasına neden olmaktadırlar. AKP’nin iktidar olduğu 17-18 yılda kadın katliamlarının, kadına yönelik şiddetin artması hiç tesadüf değil. Bu AKP’nin ideolojisinin, siyasetinin, kadına yönelik politikalarının bir sonucudur.

Tüm bunlara rağmen AKP’ye oy veren hiç de azımsanmayacak ölçüde bir kadın kitlesi olduğu gerçeği bir paradokstur. Özellikle başörtüsünden veya inancından dolayı ayrımcılığa maruz kalanların temsilcisi olduğu iddiasıyla iktidara gelen AKP’nin, hala muhafazakâr kitle üzerindeki etkisi ve muhafazakâr kadınlardan destek aldığı doğru olsa da kendi tabanında da çok ciddi rahatsızlık yarattığı ve muhafazakâr tabanın yeni arayışlar içinde olduğu da bir gerçek. O nedenle kadın hareketinin muhafazakâr kadınları örgütlenmesi ve kendi sorularına sahip çıkması konusunda dayanışmayı güçlendirmesi gerekir. Çünkü kadın hareketinin haklı mücadelesi birçok çevreyi etkilediği gibi muhafazakâr kadınları da etkilemektedir. Özelikle İstanbul Sözleşmesi’ne karşı Türkiye kadın hareketinin, feminist hareketin, sosyalist kadın hareketinin mücadelesi AKP siyasetine yakın kadınları, kurumları da tavır almaya, açıklama yapmaya itmiştir. Ancak bu tavır alış esastan ziyade, ortaya çıkan kadın muhalefetinin toplumsallaşmasından kaynaklıdır. O nedenle tehlike henüz geçmiş değildir. İktidarın İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme gündemi hala yerini korumaktadır.

Bu nedenle kadın mücadelesinin süreklileşmesi, demokrasi, eşitlik özgürlük ve barış mücadelesi yürütenlerle dayanışma içinde olması önemlidir.

Sonuç olarak, geleceği kazanmak, toplumsal özgürlük, eşitlik, barış ve adalet taleplerinin karşılık bulması için kadınların öncülük rolü her zamankinden daha çok önem kazanmıştır. Baskıcı, otoriter, hak ve özgürlüklerin gasp edildiği, toplumsal muhalefetin bastırıldığı, toplumun nefessiz bırakıldığı faşizan bir süreçte, kadınların mücadelesi sadece kadınlar açısından değil, tüm toplumsal kesimler açısından bir moral kaynağı olmakta, insanlara umut vermektedir.

Biz biliyoruz ki, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi zorlu ve uzun soluklu bir mücadeledir ve bu mücadelenin başarıya ulaşmasının yolu örgütlü kadın gücüdür. Kadına yönelik saldırılar karşısında bugüne kadar ortaya çıkan tutum ve mücadeleyi daha ileri taşımak, daha da önemlisi elde ettiğimiz kazanımlarımızı korumak ve yeni kazanımlar elde etmek, ancak örgütlü bir kadın gücü ile mümkündür. Nitekim karşımızdaki erkek egemen devlet, çok örgütlü bir şekilde kadın özgürlük çizgisine saldırmaktadır. Bu saldırıları bertaraf etmek örgütlü kadın mücadelesi ile mümkün olacaktır.

*Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) eski Eş Genel Başkanı / Kandıra F Tipi Cezaevi

*Bu yazı JinNews’ten alınmıştır