İktidar odaklı siyasetin yaydığı kutuplaştırıcı dil ve nefret söylemi sonucu Kürtler ve mültecilere yönelik saldırılar arttı. Son bir ayda Ankara, Afyon ve Konya’da Kürtlere yönelik 3 ayrı saldırı yaşandı. Bu saldırılarda Diyarbakırlı Hakim Dal hayatını kaybetti, 2’si ağır olmak üzere 15 kişi yaralandı. Saldırganların büyük bölümü gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldı. Aileler, yaşanan saldırıların Kürt kimliklerinden kaynaklandığını kaydetti. Ancak buna rağmen valilikler tarafından yapılan açıklamalarda olayların “arazi kavgası ve husumetten” kaynaklandığı ileri sürüldü. Saldırılara karışan kişilerin tespiti ve etkin soruşturma talebinde bulunan 15 bölge barosu ise Yeni Şafak gazetesi gibi iktidara yakın basın tarafından hedef alındı.  

Hedefe konulan barolardan Diyarbakır Barosu Başkanı Nahit Eren’le süregelen ırkçı saldırılar, medya ve siyasetin buradaki rolü, yargının tutumu, hak ihlalleri ve AKP iktidarı döneminde yargı alanında yaşanan değişimi Mezopotamya Ajansı'na değerlendiridi.

Güncel gelişmelerle başlayalım; Ankara, Konya ve Afyon'da bir hafta içerisinde 3 ırkçı saldırı yaşandı. Geçmiş dönemlerde de çokça yaşanan bu saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Geçmişte de özellikle batı illerine giden mevsimlik Kürt işçilerine yönelik bu tür saldırılara tanıklık ettik. Özellikle Karadeniz’e giden ailelere saldırılar oldu. Hatta Sakarya’da çarşı ortasında öldürülen biri oldu. Yine HDP’nin İzmir ve Marmaris binalarına yönelik saldırılar yaşandı. Afyon, Konya ve Ankara’da üst üste böyle saldırılar olunca maalesef sistematik bir saldırı algısına sebebiyet verdi. Bu saldırıların özünde ne var; Türkiye’de son yıllarda sertleşen siyasal atmosferin etkisinin olduğunu hissedebiliyoruz. Bir şekilde siyaset dili topluma da yansıyor. En küçük adli bir mesele, taraflar arası küçük bir husumetin ırkçı saldırılara dönüştüğüne şahitlik ediyoruz. Kaygı verici bu tür saldırıların önüne geçebilmek adına öncelikle siyaset ve iktidar bu sert siyasal söylemlerden vazgeçmeli. Bunu bütün siyasetçiler için söyleyebiliriz. Nihayetinde toplum da siyasetin içerisinde bulunduğu atmosferden etkileniyor. 

 Hakim siyasetin yanı sıra medyada da nefret söylemleri ve ayrımcı bir dil kullanılıyor. Hatta bu saldırıların yaşanmasında temel neden olarak gösteriliyor. Buna katılır mısınız?

Medya da siyasetin sert diline ayak uyduruyor. Gerçeği aktarmak yerine siyasal iklime ayak uyduran, ötekileştirici ve kriminalize edici bir dil kullanan medya var.  

Muhakkak. Son yıllarda siyasetin bu sert diline medyanın da ayak uydurduğunu görüyoruz. Yazılı, görsel ve sosyal medyanın görevi gerçeği yurttaşlara aktarmaktır. Ama şunu gözlemliyoruz; gerçeği ya da olayları olduğu şekliyle aktarmaktan ziyade, bir şekilde sert siyasal iklime ayak uyduran bir medya var. Medyanın dili de ötekileştirici ve kriminalize edici. Düşünün herhangi bir yargılama ya da soruşturma yokken insanları ve belli siyasi partileri yaftalıyorsunuz. Bu çok tehlikeli. Basın da aynı şeyi yapıyor ve bu tavır yurttaşlar tarafından gözlemleniyor. Topluma yayılıyor. 

En son bu ırkçılığa karşı duran barolar da yandaş medya tarafından hedef alındı. Baro ya da hak örgütlerinin hedef gösterilmesindeki amaç nedir?

Genel anlamda son 4-5 yıldır sivil topluma yönelik bir rahatsızlık var. İktidar ya da bürokraside bir rahatsızlık gözlemleyebiliyoruz. Özünde de ne var; sivil toplum ya da bizim gibi hukuk örgütlerinin yasadan kaynaklı sahip oldukları yetkileri kullanması bir şekilde bazı çevrelerde rahatsızlık yarattı. Barolar, evet, bir meslek örgütü ama aynı zaman da bir sivil toplum rolü de var. Bu yasadan kaynaklı bir hak. Baroların insan haklarını savunmak gibi bir yükümlülüğü var. Salt meslek sorunlarıyla ilgilenen bir yapı olarak göremezsiniz. Bu sorumluluklarla hareket etmek, yanlış uygulamalar ve hak ihlallerine karşı tespit ve itirazlar maalesef iktidar kanadı ve basın yayın organlarında bir rahatsızlık yaratıyor. Çünkü Türkiye’de özgür bir habercilik anlayışı yok. İktidarın söylemlerinin tersi bir söylem içerisine girerseniz, size karşı bir yargılama süreci ve baskı süreci geliyor. Bir nefret dili gelişiyor. 

Barolar o açıklamada, olayın ırkçı söylemlerle gerçekleştiğini, bunun toplumda kırılmalara sebebiyet vereceğini, kolluğun önleyici tedbirler noktasında üzerine düşeni yapmasını istedik. Yargıdan da etkin ve hızlı bir soruşturma istedik. Siyasetin de söylem diline dikkat etmesi gerektiğine vurgu yaptık. Ertesi gün bahsettiğiniz gazete, manşet yaptı, "Kandil’in baronları" diye. Hedef gösterici ve kriminalize edici bir dil kullanıldı. Evet, zaman zaman milliyetçiliğin körüklendiği dönemlerde şahıslar ve kişiler bu tür söylemlerde bulunabilir. Tolere de edilebilir bir noktada. Ama bir basın yayın organında böylesi bir haberi yansıtılması kabul edilemez. 

Geçmişte bu tür hedef gösterilenlere yönelik çok vahim olaylar yaşandı. Aynı basın yayın organları geçmişte Tahir Elçi’ye de aynı manşetleri attı. Yani basının bir sorumluluk dili olmalı. Hedef gösterici, kendilerini taraf konumuna koyarak, sivil toplum örgütü çalışmalarını hedefe oturtacak bir şekilde haberleştirmek ciddi sorunlara sebebiyet verir. 

Valilikler de böylesi olaylarda sürekli ya saldırıya uğrayan tarafı suçluyor ya da olayları sık sık "husumet, arazi kavgası" şeklinde gösteriyor. Resmi açıklamalar neden böyle? 

Türkiye’de temel problem alanı da bu. Sorunlarımızla yüzleşmemek. Yani bu ülkenin Kürt meselesi gibi çok ağır, binlerce insanımızın yaşamını yitirmesine neden olan bir sorunu var. Biz barolar olarak, tek bir insanın yaşamına mal olmayacak şekilde sorunlarımızla yüzleşmememiz ve çözmemiz gerektiğini söyledik. En büyük sorunumuzdan en küçüğüne. Maalesef Türkiye’de sorunlarla gerçek anlamda yüzleşmemek gibi bir idari pratik var. Bu da bürokrasinin her alanında kendini gösteriyor. Hatırlayın, geçen bayram döneminde Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nden gelen bir aileye de Mersin yolunda bir saldırı olmuştu. Çok bariz nefret söylemlerine üzerinden bir soruşturma vardı. O dönemde de yine aynı refleks gelişmiş ve valilik bunu “basit bir trafik kazası” olarak gördü. Bunu biz Konya’da da gördük. 

 Sorunlarımızla yüzleşmemek gibi bir temel problem var. Bu sorunların temeli de Kürt meselesi. Olaylarla yüzleşmek gerekir yoksa daha ağır sonuçlar yaşanır. 

Olayların bütün yönleriyle açığa çıkmasını istiyoruz. Biz mağdurlarla ve avukatlarıyla temas kurduk. Taraflar arasında husumet olabilir. Ama nihayetinde saldırganların kullandığı dil ve daha önceki gelişmeler, saldırılara ırkçı saldırı boyutunu kazandırdığını gösteriyor. O kişilerin Kürt kimliği olmazsa bu kadar rahat saldırabilmek ya da bu söylemlerde bulunmak mümkün mü? Hayır. Valilik, henüz tamamlanmamış bir soruşturmada hemen ‘hayır, efendim adli vaka’ diyor. İyi de kiminle görüştünüz? İfade tutanaklarına yansıyan beyanları dikkate aldınız mı? Mağdurlar, ifadelerinde “Biz burada Kürt istemiyoruz” diye söylemlerin kendilerine söylendiğini dile getiriyor. Siz bunları görmezden gelemezsiniz. 

Maalesef böyle korucuyu bir refleks var: “Asla böyle bir şey olmaz.” Eğer biz bunları görmezden gelirsek daha ağır, daha kötü meselelerle karşı karşıya kalabiliriz. Olaylarla yüzleşmek gerekir. Türkiye’de Kürtler ve Türkler batı illerinde iç içe yaşıyor. Yıllardır her yaz binlerce Kürt çalışmaya gidiyor. Siz eğer bu meselelerde söylenenler üzerine soruşturma yürütmezseniz, idare olarak bu anlamda gerekli hassasiyeti göstermezseniz, istenmeyen daha ağır sonuçlar yaşanır. Bu son yaşanan da çok ağrı vaka. Bir insan yaşamını yitirdi. Herkesin sorumlu bir dil kullanması ve olayın bütün açıklığıyla değerlendirerek, meseleye yaklaşması lazım. Biz o sorumluluğu gösterdik. Bize de “Neden hemen olayı ırkçı söylem üzerinden yaşanmış olarak gösteriyorsunuz” eleştirisi yöneltildi. Ancak biz temas kurduk. Görüştüğümüz insanlar, o kimlikten kaynaklı bir saldırıya uğradıklarını aktardılar. Biz de daha ağır vahim olaylar yaşanmasın diye açıklama yaptık. Ama biz de o provokatif dile muhatap olduk. Bize yapılanın da ırkçılıktan bir farklı yok. 

Bu “olayları reddeden” açıklamalar ve haberler yargılama sürecini de olumsuz etkiliyor... 

Muhakkak, yargılamayı etkileyen süreçlerdir. Düşünün basın-yayın kuruluşu o olaylara dair tek bir haber yapmıyor. Adli vaka boyutuyla da haber yapmamış. Biz açıklama yaptıktan sonra meseleye yöneliyor. Efendim neymiş “adli bir vakaymış” ve güya biz olayı çarpıtıyormuşuz. Bu iddialarda bulunuyor. Bunlar yargılamayı etkileyen haberler. 

Yargının bu saldırılar karşısındaki tutumuna gelecek olursak; saldırganlar ya tutuklanmıyor ya da kısa bir süre sonra serbest bırakılıyor. Bir cezasızlık durumu söz konusu ve olaylar "münferit" olarak görülüyor. Yargı bu olaylarda nasıl bir tutum içerisinde?

 Sivillerin müdahil olduğu dosyalarda maddi gerçeğin açığa çıkarılması ve faillerin cezalandırılmasından kaçınıldığını görüyoruz. Anamur’da müdahil olmasaydık çok basit bir trafik kazası olarak görülür ve belki kimse tutuklanmazdı.

Türkiye’de yargında bir cezasızlık politikası var. Özellikle bölgede yaşanan hak ihlalleri, kolluğun karıştığı adli vakalarda gördük. Siirt ve Batman’da gördük. Cinsel saldırı dosyalarında da gördük. Bu yaygın bir politika. Son zamanlarda sivillere de yönelik bir cezasızlık politikası devrede. Şöyle bir anlayış var: Evet, ırkçı saldırı ve bu işi yapanlar siviller. Ankara ve Konya’da da sivil. Sivillerin de müdahil olduğu infial uyandıran dosyalarda da maddi gerçeğin açığa çıkarılması, faillerin soruşturulup cezalandırılmasından kaçınıldığını görüyoruz. Cezasızlık politikasının buraya da sirayet ettiğini görüyoruz. “Bu saldırıları sivil yurttaş da gerçekleştirse bu devletin itibarına verilen bir zarar” algısıyla yargının bu soruşturmada objektif ve bağımsız yaklaşmadığını tanıklık ediyoruz. Anamur’da duruma müdahil olmasaydık çok basit bir trafik kazası olarak görülür ve belki kimse tutuklanmazdı. Olaylar tüm açıdan netleştirilirse ve yargı da bağımsız davrandığında, dediğimiz gibi tutuklamalar da olur yargılama süreçlerinde ağrı insan haklarına sebep veren bu söylemlere karşı ceza söz konusu olabilir. 

 Faillerin açığa çıkarılmaması ve etkin soruşturma yürütülmemesi eleştirileri diğer dosyalar için de geçerli. Tahir Elçi dosyası gibi...

Son duruşmada bunu net gördük. Tahir Elçi’nin katledilmesinin üzerinden neredeyse 4 buçuk yıl sonra iddianame hazırlandı. O da Diyarbakır Barosu, Elçi ailesi ve avukatlarının soruşturma sırasındaki aktif tutumu ve delil araştırması sonucunda davaya dönüştü. Son celsede şunu gördük: Sur ilçesindeki çatışmalı süreçte gözaltına alınan ve sonrasında tutuklanan, haklarında karar verilen kişiler tanık olarak dinlendi. Tanıklardan birisi açık söyledi, soruşturma savcısı ve kolluk tarafından yönlendirildiğini ve söz konusu eylemin örgüt tarafından gerçekleştirildiğini söylemesi yönünde tanıklığa zorlandığını söyledi. Tehdit edildiğini söyledi. Bunların hepsi cezasızlık politikasının yansıması. Biz hep “Neyse gerçek açığa çıkarın” dedik. Ama dosyaları sulandıran, farklı yönlere çeken bir pratiği yargıda gördük. En son Kemal Kurkut davasında da aynı durum yaşandı. Kameraların önünde aleni bir cinayette beraat verildi. Medeni Yıldırım dosyasını hatırlayın.  

Sadece ırkçı saldırılar değil, benzer birçok hak ihlalinde de yargının tutumu değişmiyor. Bunun temel nedeni nedir?

Bazen biz bununla ilgili eleştirilerimizi yönelttiğimiz zaman “Kolluğun bölgedeki mücadelesine zarar vereceği veya devletin itibarına zarar vereceği algısı” refleksini görüyoruz. Oysaki bu cezasızlık politikası daha ağır hak ihlallerine zemin sunuyor. 90’lı yıllardaki hak ihlallerine ilişkin somut delillerle 2009 yılı sonrası birçok dava açıldı. Cizre, JİTEM davaları… Bir noktadan sonra bu davalar, alenin cinayetler açığa çıkmışken bütün dosyalar batı illerine sevk edildi. O dosyaların hepsi beraatla kapatıldı. Maalesef, devlet sert ve güvenlikçi politikalarla belli meselelere yaklaşım gösterdiğinde bu, yargı pratiğine de yansıyor. 

AKP iktidarı döneminde hukuk sisteminde ciddi değişimler yaşandı. En son Avukatlık kanununda değişiklikler yapıldı ve çoklu baro düzenlemesi yapıldı. Bu gidişatı nasıl görüyorsunuz?

Başkanlık sistemiyle birlikte hukuk alanında değişiklik yaşandı. Bu demokrasiye, hukuk ve yargı bağımsızlığına zarar veriyor. 

Maalesef Türkiye’deki başkanlık sistemiyle birlikte hukuk alanında da bir değişiklik yaşandı. Mevcut sistem içerisinde her yerin kontrol edilebilmesi yönünde bir çaba. Bu demokrasiye zarar veren şeyler. Hukuk ve yargının tarafsızlığına zarar veren şeyler. Yasama, yürütme ve yargının tamamen iç içe geçtiği bir sistemle karşı karşıyayız. Bu da hukuk güvenliğine zarar veren uygulamalar. Örneğin sürekli kontrol altına alınmak istenen kuruluşlar ve yapılara yönelik yasal mevzuatta değişiklikler yapılıyor. Bu kuruşların etkinliklerini azaltma, kendilerine yakın bir alan oluşturulabilme noktasında. Bütün anlayış bu. Kurumların işleyişleri, yönetmeliklerle değiştirilmeye çalışılıyor. Bu devlete zarar veriyor. 

Özellikle bölge barolarının tüm bu sorunlar karşısında yükünün ağır olduğunu biliyoruz. Kimi noktalarda baroların yetersiz kaldığı eleştirileri de yapılıyor. Buna dair neler söylemek istersiniz?

Barolar yetersiz kalıyor eleştirisi biraz ağır olur. Ülkede genel anlamda sert bir süreç yaşandı. Düşünün 2015’de çözüm sürecinden sonra çatışmalı süreç, darbe girişimi, OHAL süreci, Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile adeta yeniden bir devlet sistemi oluşturulmaya çalışıldı. Sert bir iklim vardı. Bu konuda haksızlık da etmemek lazım. En küçük bir hak ihlalinde sesini yükselten sivil toplum örgütleri -ki birçoğu KHK’yle kapatıldı- hemen bir soruşturma tehdidiyle karşı karşıya kalıyordu. Sert bir süreçti. Ancak bu tür sert dönemlerde de hukuk örgütleri, yüklendikleri sorumlulukları yerine getirmeli ve yanlış giden uygulamalara karşı çalışmalarını sürdürmesi gerekir. Bu anlamda bölge barolarının iş yükü biraz daha ağır. Nihayetinde Türkiye’nin en can yakıcı meselelerinin yaşandığı coğrafyadasınız. Hemen hemen bir ayda, bir haftada hak ihlali, kötü muamele, işkenceyle karşı karşıyayız. Sorumluluğumuz biraz fazla tabi ki, gereğini yapmamız gerekir. 

Bu ortamın değişmesi için neler yapılmalı? 

Bu ortam değişmeli. Bu sürdürülebilir bir ortam değil. Her geçen gün ülke, demokrasiden daha da uzaklaşıyor. Toplum bir arada yaşama kültüründen uzaklaşıyor. Türkiye’nin, yeniden bütün sorunlarıyla yüzleşebileceği, şiddet ortamından uzak bir şekilde, diyalogla ve barışla, bütün siyasi partilerin bir araya gelebileceği bir iklime ihtiyacı var. Şu an bunun koşulları var mı? Evet, çok da net bir şekilde bunu söyleyemiyoruz. Ama ülkenin buna ihtiyacı var. Sorunlar daha da ağırlaşıyor ve derinleşiyor. Bu birçok alana da yansıyor. 

 Bu ülkenin en büyük sorunu Kürt meselesi. Demokrasi önündeki en büyük mesele bu sorunun çözülmemesidir. Ülkenin yeni bir iklime ihtiyacı var. 

Bu ülkenin en büyük sorunu Kürt meselesi. Kürt meselesi kendisiyle birlikte getirdiği, kangrenleştirdiği birçok sorun var. Ekonomik alanında sorun yaratıyor. Birçok meselenin özünde de bu var. Demokrasi önündeki en büyük mesele Kürt meselesinin çözülmemesidir. Bu meseleye güvenlikçi bir politikayla yaklaşırsanız özgürlük alanını kısmış oluyorsunuz. Yıllardır temel hak ve özgürlükler arasında yer alan toplantı ve gösteriş hakkını kullanamıyorsunuz. Bunlar ülkeyi demokrasiden uzaklaştıran uygulamalar. Türkiye’nin bir değişime ihtiyacı var. 

İktidarın da sivil topluma kulak vermesi gerekir. Maalesef bu zemin de ortada kalmadı. Geçmişte siyasi partiler yerel dinamiklerle bir temas halindeydi. Sorunları yerinde tespit etmek ve çözüm üretmek, birlikte çözüm yöntemleri geliştirme pratiği vardı. O dönemki iletişim sağlıklıydı. Türkiye bu noktadan da uzaklaştı. Uzaklaştıkça da sorunlar derinleşti. Bu anlamda Türkiye’de bir iklim değişikliğine ihtiyaç var. 

MA / Gökhan Altay - Özgür Paksoy