Geçtiğimiz Cumartesi günü Libya’nın başkenti Trablusgarp’ta Vatiyye askeri havaalanına bir saldırı düzenlendi. Saldırıda Türk ordusuna ait hava savunma sistemleri hedef alındı. Libya ile eş zamanlı olarak Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye bölgesinde kontrolü altında tuttuğu kimi bölgelere kimliği belirsiz savaş uçakları tarafından da saldırı yapıldı. Oradaki yerel kaynaklardan yansıyan bilgilere göre, saldırı Rus savaş uçakları tarafından yapıldığı ifade edilse de saldırıların kim ya da kimler tarafından yapıldı hala bilinmiyor. 

Hamburg Üniversitesi’nden Ortadoğu uzmanı Dr. Arzu Yılmaz, Libya’da ve Suriye’de yaşanan gelişmelere dair Mezopotamya Ajansı'ın sorularını yanıtladı. 

Vatiyye askeri havaalanına yapılan saldırıya gelmeden önce Türkiye’nin Libya’daki amaçlarını sormak isterim. Türkiye’nin burada ne işi var ve neyi amaçlıyor?

Türkiye bugün Ortadoğu’da mevcut statükoyu değiştirmeden dönüştürme misyonunu bir askeri güç (Hard Power) olarak her bir ülkenin merkezi yerine çeperiyle kurduğu ilişki üzerinden sürdürmeye çalışıyor. Bunu yaparken etki alanını değil, askeri ve siyasi kontrol alanlarını genişletme amacı güdüyor.

Öncelikle bugün Türkiye’nin Libya’da ya da Irak’ta, Suriye’de ve başka alanlarda amacının ne olduğu konusunda bundan on yıl öncesinde olduğu gibi Neo-Osmanlıcık üzerinden bir tartışma yürütmeyi yanıltıcı bulduğumu söylemek isterim. Zira Neo-Osmanlıcılık çerçevesinde Türkiye, her şeyden önce bir ılımlı İslam (Moderate İslam) modeli ve bir yumuşak güç (soft power) olarak konumlanıyordu. Bu haliyle de Ortadoğu’da her bir ülkenin merkeziyle kurduğu siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler eliyle mevcut statükoyu değiştirmeden dönüştürme misyonunu yüklenerek etki alanını (Sphere Of İnfluence) genişletme amacı güdüyordu. Bugün Türkiye’nin ne konumunu ne de amacını bu çerçeveden açıklamak mümkün değil. Aslında her bir başlık ayrı ayrı tartışılmaya muhtaç olsa da, sanırım mevcut durumu kısaca şöyle özetlemek mümkün: Türkiye bugün Ortadoğu’da mevcut statükoyu değiştirmeden dönüştürme misyonunu bir askeri güç (Hard Power) olarak her bir ülkenin merkezi yerine çeperiyle kurduğu ilişki üzerinden sürdürmeye çalışıyor. Bunu yaparken etki alanını değil, askeri ve siyasi kontrol alanlarını genişletme amacı güdüyor. 

Bu bağlamda Türkiye’nin yerel ortakları olarak Müslüman Kardeşler’e sıklıkla yapılan vurgu da yanıltıcı. Evet, Müslüman Kardeşler’le ortaklık bir ölçüye kadar Neo-Osmanlıcılık çerçevesinde işlevseldi. Fakat bu yeni durumda Türkiye’nin asıl yerel ortakları, şiddeti bir politik eylem biçimi olarak benimseyen ve siyasal örgütlendirmelerini bu temel üzerinden şekillendiren radikal İslamcı gruplar olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Bunu da sadece pragmatik bir işbirliği olarak görmemek gerekir. 

Zira Türkiye’nin tüm bu askeri ve siyasi eylemlilik durumunun oturduğu çerçeve en genel ifadesiyle militer İslami milliyetçilik.   

 Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın Libya-Türkiye ilişkilerini 500 yıllık bağlara dayandırmasının sahada bir karşılığı var mı? 

Bunun sahada bir karşılığı yok. Sahada karşılık bulan İslamcılık. Bugün Türkiye’nin Libya’da ve başka yerlerde bundan daha bir kaç yıl önce IŞİD’in kontrol ettiği alanlarda zemin buluyor olması tesadüfle açıklanamaz. Bu noktada, uzun zamandır siyasal İslam’ın bittiği üzerinden yapılan tartışmaların da sorunlu olduğunu vurgulamak gerekir. Hatta Türkiye’de, Türk milliyetçiliğinin islamcılığı bir anlamda “yuttuğu” varsayımları da tartışmaya muhtaç.  

Tarihsel bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış sürecine damgasını vuran İslamcılık ve Türk milliyetçiliği arasındaki çatışmalı ilişki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte Türk milliyetçiliği lehine sonuçlanmıştır, demek yanlış olmaz. O dönem yapılan tartışmalarda "vatanın sınırları" ve "milletin kimliği" merkezi bir yer tutar. Ve nihayetinde bu sınırları ve kimliği tayin eden Türk milliyetçiliği olmuştur; islamcılık ise büyük ölçüde devletin kontrolünde ve ihtiyaç duyulduğunda Türk milliyetçiliğinin avantajına farklı biçim ve zamanlarda seferber edilen bir araç olagelmiştir. Bugün iddia edildiği üzere “Yeni Türkiye”nin kuruluşu aşamasında "vatanın sınırları" ve "milletin kimliği" yeniden gündemin merkezinde. Fakat Devlet Bahçeli ya da Doğu Perinçek gibi artık karikatüre dönüşen aktörler üzerinden bir değerlendirmeyle bu gündemin yine Türk milliyetçiliği lehine şekillendiğini, hatta konsolide olduğunu düşünmek bana göre doğru değil. Öznelere değil, yapılara bakmak daha açıklayıcı olacaktır. Bu bağlamda Türkiye’deki kurumların dönüşümü ve Türkiye’nin dış politikasına bakıldığında aksine "Yeni Türkiye”de Türk milliyetçiliğinin islamcılık lehine  seferber edilen bir araca dönüştüğünü söylemek için elimizde daha fazla veri olduğunu söyleyebiliriz. 

  Peki, yapılan saldırıda Türkiye’nin savunma sisteminin hedef alınmasının altındaki neden nedir?

Libya’da gerçekleşen son saldırı bir yönüyle militer Arap milliyetçiliğinin militer İslami milliyetçiliğine karşı bir saldırısı sayılabilir

Libya’da olup bitenlerin açığa çıkardığı iki önemli şey oldu. Birincisi; Türkiye’nin askeri operasyonlarının temel motivasyonu iddia edildiği gibi Kürtlerin yarattığı "sınır güvenliği tehdidi" değil. İkincisi ise, bugün Ortadoğu’da Türkiye’nin başını çektiği militer İslami milliyetçiliğe karşı Bileşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) öne çıktığı bir militer Arap milliyetçiliği var. Aslında buna Arap milliyetçiliği yerine "Wataniyye" yani bir anlamda Arap yurtseverliği demek daha doğru olur. Zira bu yeni biçimiyle Arap milletinin birliği ve bütünlüğünden çok her bir Arap devletinin siyasal sınırları içindeki birlik ve bütünlük vurgulanıyor. 

Arap Baharı sonrası ivme kazanan bu yeni milliyetçilik biçiminin özellikle Körfez ülkelerinin içine girdiği yeniden yapılanma sürecinin en önemli çerçevesi sayılabilir. IŞİD sonrası Irak’ta da aynı çerçevede bir yeniden yapılanmanın hayata geçirilmeye çalışıldığı söylenebilir. 

Bu arka plan üzerinden sorunuza yanıt vermek gerekirse, Libya’da gerçekleşen son saldırı bir yönüyle militer Arap milliyetçiliğinin militer İslami milliyetçiliğine karşı bir saldırısı sayılabilir. Zira kimi Araplar sosyal medyada bu saldırıyı "Arapların bir cevabı" olarak sahiplendi. Sonuçta bu saldırıyı her kim yapmış olursa olsun, ki bildiğim kadarıyla henüz kim olduğu belli değil, ortaya konulan tepkiler böyle bir gerilim hattının artık açığa çıktığını ortaya koyuyor. Diğer bir yönüyle ise, Türkiye’nin en son Mısır tarafından gündeme getirilen Libya’da tarafları uzlaştırma çabalarını reddetmesine bir yanıt, Türkiye’ye zayıf noktalarını hatırlatarak masaya oturmaya zorlama hamlesi olarak okunabilir. 

Saldırının hemen ardından Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, "Türkiye ve Rusya Libya'da acil ateşkes için çalışıyor" dedi. Bu açıklamanın saldırı sonrası gelmesi sizce ne anlama geliyor? 

Dediğim gibi, Türkiye’nin bu hamleyle tarafların masaya oturması konusunda ikna edilmiş olduğunu düşündürüyor. 

 Türkiye ve Rusya arasındaki dengeleri göz önüne bulundurduğumuzda böylesi bir ateşkes kısa sürede mümkün mü? 

Libya’da meseleyi sadece Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler üzerinden okumak doğru değil. Bu iki ülke arasında varılan bir mutabakat Suriye’de bir ölçüde çalıştı. Ama Libya’da meseleye dolaylı ya da doğrudan dahil çok farklı aktörler var. Rusya en başından beri tıpkı Suriye’de olduğu gibi Türkiye’yi de yanına alarak Libya’da öncü bir rol oynamak istedi. Hafter’in de çağrıldığı Moskova zirvesi bu çabanın bir ürünüydü. Ama bunu beceremedi. En başta ABD ve Avrupa da açıkça bunu istemedi. Ve inisiyatif kısa sürede Almanya’ya geçti. Dolayısıyla bugün Almanya’nın denkleme dahil olacağı ve daha da önemlisi inisiyatifini kullanacağı bir oluşumun ateşkes konusunda bir sonuç almaya daha yakın olacağı söylenebilir. 

  Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye bölgesinde kontrolü altında tuttuğu kimi bölgelere de saldırı yapıldı. Bunu nasıl görmek gerekir? 

Ben bunun Türkiye’nin kontrol ettiği bölgelerdeki IŞİD bağlantılı grupların özellikle son aylarda artan hareketliliği ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Zira bugünlerde Suriye’nin farklı bölgelerinde de Esad güçleri ve IŞİD arasında 100’e yakın insanın öldüğü çatışmalar yaşandı. Rusya, İdlib sahasında da Türkiye’nin kontrol ettiği alanlarda bu tür operasyonlar yaptı ve yapmaya devam ediyor. Dolayısıyla, bu da eğer bir Rus saldırısıysa IŞİD’li gruplarla ilgili bir istihbarat sonucu yapılmıştır diye düşünüyorum 

*Demokratik Suriye Güçleri (QSD) Genel Komutanı Mazlum Ebdi, Suriye'deki Rus Güçleri Komutanlığı ile görüşme yaptı ve koordinasyon düzeyinin ve ortak çalışmaların arttırılması konusunda anlaşmaya vardıklarını açıkladı. Yapılan bu görüşme ve anlaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Bu gelişmeyi iki konu ışığında değerlendirmek gerekir. Birincisi, Rusya’nın kontrol sahasında olan Kobane’ye Türkiye’nin geçen hafta gerçekleştirdiği saldırı. İkincisi ise İran, Türkiye ve Rusya arasında yapılan son zirvede alınan kararlar içinde Suriye’nin toprak bütünlüğüne yapılan vurguyla Suriye’nin kuzeyinde bir özerklik oluşumuna izin verilmeyeceğinin yer alması. Suriye’nin toprak bütünlüğüne yapılan vurgu yeni değil. Daha önce Ankara zirvesi sonrası yapılan basın toplantısında Ruhani’nin "Fırat’ın doğusundaki terör yapılanması" dediğini de duymuştuk. Türkiye’nin tutumu zaten malum. Ancak Rusya’nın bugüne kadar özerkliği bu kadar net bir ifadeyle reddetmesi ve yapılan zirvede alınan kararlarla pozisyonunu tescil etmesi yeni bir şey. Rusya’nın bu tutumunu da PYD ve ENKS arasında sağlanan uzlaşma üzerinden daha da perçinlenen Kürtlerin ABD ile angajmanına bir tepki olarak okumak sanırım yanlış olmaz. Ama Ebdi’nin bu son görüşmeye ilişkin yaptığı açıklamanın Rusya’nın bu tutumunu değiştireceğine dair bir işaret verdiğini düşünmüyorum. En fazla, Rusya ve Kuzey ve Doğu Suriye Yönetimi arasındaki diyaloğun devam ettiği ve tarafların pozisyonlarını karşılıklı müzakere ettiği, ilişkilerin kopmadığı mesajını alıyorum ben. 

 Libya'ya geri dönecek olursak. Türkiye ile Fransa arasında Libya üzerinde karşılıklı sert açıklamaların yapıldığına tanıklık ediyoruz. İki ülke arasındaki bu gerilimin nedeni nedir? 

Fransa’nın etki alanı olarak gördüğü Libya ve Afrika genelinde Türkiye’nin İslamcı grupları harekete geçirmesi, güçlendirmesi de önemli bir faktör. Bu konu sadece dış politika değil, iç politika açısından da Fransa için bir risk

Bu gerilimin sadece Libya’da her iki ülkenin farklı tarafları desteklemesinden değil, aynı zamanda Libya’da Türkiye-ABD arasında gelişen ve basına yansıyan tartışmalara bakılırsa bu yakınlaşmanın Afrika ölçeğinde genişleme potansiyeli gibi gelişmelerden kaynaklandığını düşünüyorum. Tabii bu çerçevede, Fransa’nın etki alanı olarak gördüğü Libya ve Afrika genelinde Türkiye’nin İslamcı grupları harekete geçirmesi, güçlendirmesi de önemli bir faktör. Bu konu sadece dış politika değil, iç politika açısından da Fransa için bir risk. Tüm bunların ötesinde Fransa’nın özellikle Macron döneminde öne çıkan Avrupa’nın dış politikasında etkin rol oynama pozisyonu var. Bu haliyle Doğu Akdeniz ya da Libya ya da genel olarak Kuzey Afrika sahasında Fransa-Türkiye arasındaki gerilimin artarak devam edeceğini öngörebiliriz.

*Hem Libya’da hem de İdlib’te yapılan bu saldırıları göz önünde bulundurursak Türkiye’nin dış politikasına karşı tahammülün sona erdiğini söyleyebilir miyiz? 

Uluslararası ilişkilerde Fransızca ‘laissez faire’ diye geçen ve bir anlamda herkesin aklına eseni yaptığı bir geçiş sürecindeyiz. Türkiye’nin gidişatının da nasıl olsa eninde sonunda Türkiye’nin kendi ayağına dolanacağını öngörüsüyle ekonomik ve siyasi açıdan en düşük maliyetli olan tercih edilip sabrediliyor ve bu arada kısa vadeli çıkarlara odaklanılıyor da denilebilir.

Aslına bakarsanız o tahammül sınırı çoktan aşıldı. Ama Türkiye’nin deyim yerindeyse tekerinin önüne taş koyacak aktörler ya kendi iç sorunlarıyla boğuşuyor ya da içinde bulundukları ittifaklar etkin bir politika uygulayamayacak ölçüde yara almış ve dağınık durumda. Koronavirüs süreci de doğrusu bu durumu derinleştirdi. Öte yandan, bugün artık uluslararası sistemde sözünü dinletecek başat bir aktör de yok. Ne bir aktör ne de önerilen/savunulan daha iyi bir yönetim modeli, projesi var. Bu bağlamda, Türkiye’nin demokrasi eksikleri olan laik ve Müslüman bir ülke olarak artık görülmediğini de vurgulamak gerekir. Benim izlenimim, Türkiye’nin gelinen son aşamada İslamcı otoriter bir ülke olarak görüldüğü ve bunun da sorunsallaştırılmadan kabul edildiği yönünde. 

Türkiye’de olup biten ya da Türk dış politikasının yarattığı sorunlara gösterilen tahammülün bir açıklaması bu olabilir. Ama bir başka açıklaması da zaten uluslararası ilişkilerde Fransızca "laissez faire" diye geçen ve bir anlamda herkesin aklına eseni yaptığı bir geçiş sürecindeyiz. Türkiye’nin gidişatının da nasıl olsa eninde sonunda Türkiye’nin kendi ayağına dolanacağını öngörüsüyle ekonomik ve siyasi açıdan en düşük maliyetli olan tercih edilip sabrediliyor ve bu arada kısa vadeli çıkarlara odaklanılıyor da denilebilir.

ABD’nin IŞİD’le mücadele sürecinde İran’la kurduğu ilişki bunun tipik bir örneği. Sadece Obama döneminde İran’la yakınlaşmanın benimsendiği dönemde değil, Trump’ın daha ilk geldiği andan itibaren İran’a karşı pozisyonunu ortaya net koyduğu dönemde dahi ABD İran’la birlikte çalıştı. Hatta Trump, Kudüs Gücü lideri Kasım Süleymani’yi ‘terörist’ ilan ettiğini açıkladıktan iki gün sonra 16 Ekim 2017’de ABD’nin Abraham tanklarının refakatinde Kasım Süleymani Kerkük ve diğer tartışmalı alanların Peşmerge’nin elinden Haşdi Şabi milis güçlerinin eline geçmesini örgütledi. Ama sonra aynı ABD, "maksimum baskı politikasıyla" İran’a deyim yerindeyse soluk bile aldırmayacak bir politika izlemeye başladı ve Kasım Süleymani’yi de bir suikastla ortadan kaldırdı. Dolayısıyla, yarın Türkiye bağlamında da rüzgarın birden tersine dönmesi tümüyle ihtimal dışı değil. Sonuçta tüm bu faktörlerin birlikte çalıştığını söylemek sanırım en doğrusu olur. 

MA / Ferhat Çelik