Avrupa Birliği  Konseyi Başkanı Charles Michel ile Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in Ankara'da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'la gerçekleştirdiği görüşmede 'koltuk krizi' dünyanın gündeminde. AB’nin en üst düzey yetkilileri olan iki ismin protokolde eşit statüde bulunmasına rağmen, Erdoğan’la yapılan görüşmede Charles Michel protokol koltuğuna otururken, bir süre ayakta kalan Ursula Von der Leyen’ın kanepeye oturtulması tepkilere neden olmuştu. 

Avrupa Parlamentosu’ndaki Sosyal Demokrat grubun başkanı Iratxe Garcia, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi sonrasında yaşanan bu olayı "utanç verici" olarak değerlendirirken, Ursula von der Leyen’e gösterilen bu tavrı protesto etmeyen AB Konsey Başkanı Michel de eleştirilerin hedefine oturtuldu.

Yeni Yaşam Gazetesi yazarı Ertuğrul Kürkçü, koltuk krizi üzerinden gündeme oturan AB-Türkiye ilişkilerinin perde arkasını bugünkü köşesinde kaleme aldı.  

"Türkiye-AB ilişkilerinin çıpası haklar, özellikle kadın hakları değildir, para ve güçtür; kadınlar ve hakları onlardan arta kalanla yetinecektir" diyen Kürkçü, Brüksel’in Ankara’yla ilişkilerin 'Kopenhag kriteleri'nin kısıtlarından kurtulması ve asıl ballı konulara yönelmesinin hayaliyle yanıp tutuştuğunun herkesin bildiği sır olduğunu ifade etti.

Kürkçü'nün o yazısı şöyle: 

 “İşlerin sesi, sözleri bastırır,” denir. AB heyetinin kabulünde Avrupa [Birliği] Komisyonu başkanı Ursula von der Leyen’in Erdoğan’dan gördüğü muamele, resmi demeçleri bir çırpıda hükümsüz kıldı: Türkiye-AB ilişkilerinin çıpası haklar, özellikle kadın hakları değildir, para ve güçtür; kadınlar ve hakları onlardan arta kalanla yetinecektir. 

Salı günü, ilişkileri onarmak hedefiyle Türkiye’yi ziyaret eden heyet, her ikisi de AB hiyerarşisinde eşit güçteki iki kurumu temsil eden -bir anlamda AB Eş Başkanları diyebileceğimiz- AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve AB Konseyi Başkanı Charles Michel’den oluşuyordu. Demeçlerinden, ikisi arasında bir iş bölümü de yapılmadığı, konuları AB Konseyinin 25-26 Mart zirvesi kararlarının öncelik sırasına göre gündeme getirdikleri anlaşılıyor. 

Michel, görüşmelerden sonra AB’nin “Ekonomik iş birliği, göç ve halktan halka temaslar ile dolaşımdan oluşan üç ayaklı bir gündem” önerdiğini söyledi. Haklardan söz etmemiş miydi? Elbette etmişti, ama önce “Doğu Akdeniz, sonra Kıbrıs ve Yunanistan sonra Suriyeli göçmenlerden, sonra insan hakları, cezaevleri ve İstanbul sözleşmesinden çekilmeden.” Michel kendi raporunda öncelikleri böyle sıralıyordu. 

Ursula von der Leyen de “Türkiye-AB ilişkilerini dört alanda derinlemesine” ele aldıklarını söyledi. Sırasıyla: “Ekonomik bağlar ve ‘Gümrük Birliği’; iklim krizi ve COVID 19 bağlamında yüksek seviyeli diyaloglar; halktan halka temaslar ve dolaşım; Suriyeli göçmenler, kaçakçılıkla mücadele ve saire.” Bütün bunlardan sonra elbette, “İstanbul sözleşmesi, insan hakları, bu alandaki olumsuzluklar vb.” 

Erdoğan’ın sözcüsü İbrahim Kalın ise AKP Cumhurbaşkanı’nın “AB’ye tam üyelik perspektifi”ni tekrarladığını kaydetti. Erdoğan, “Doğu Akdeniz Konferansı” önermiş, muhataplarına “davalara karışmayın” demiş ve “İstanbul Sözleşmesinden çekilmenin faydaları”nı anlatmıştı: “Kadına karşı şiddetle mücadelede çok daha etkin neticelere ulaşılacak”tı. 

Haberlerde daha çok, von der Leyen’in demeçleri başlığa çıksa da, görüşmelerin bu havada geçmediği apaçıktı. AB heyetinin demeçleri gerçek bir karşı karşıya gelişi değil, bu ziyaretle “Erdoğan’a bir armağan” sunulduğu gerekçesiyle Avrupa’dan yağan eleştiri sağanağını savuşturma kaygısını yansıtıyor. Ursula von der Leyen’in manşetlere çıkan “insan hakları pazarlık konusu edilemez” sözleri görüşmelerde Erdoğan’a söylenmiş değildi; von der Leyen AİHM’in Demirtaş ve Kavala’nın serbest bırakılması kararlarının gündeme gelip gelmediğini soran gazetecileri içinden geldiği şekilde yanıtlamıştı ama bu, haklar konusunun son sırada kaldığı gerçeğini değiştirmiyor. 

Görüşmeler ışığında, Brüksel ve Ankara’nın AB ile “aday üyesi” arasındaki ilişki düzeninden uzaklaşmakta olduğunu söylemek mümkün. AB ile ilişkiler hukuken hala “aday üyelik” statüsünde sürse de, zımnen “imtiyazlı ortaklık” yönünde seyrediyor. Bu, Almanya ve Fransa’nın başından beri Türkiye ile AB arasında “en mümkün” olduğunu savuna geldikleri, bağlayıcı kriterler ve mükellefiyetlerden bağışık bir ilişki biçimi. Erdoğan’ın “tam üyelik hedefi”nden söz edişi bu yönde bir iradeyi yansıtmıyor, mevcut hukuksal zemini elden kaçırmama kurnazlığını ifade ediyor. 

Brüksel’in de, Ankara’yla ilişkilerin “Kopenhag kriteleri”nin kısıtlarından kurtulması ve asıl ballı konulara yönelmesinin hayaliyle yanıp tutuştuğu herkesin bildiği sır. AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi ve Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Josep Borrell’in Türkiye’yle “yeni sayfa” açmak üzere 25-26 Mart zirvesine sunduğu raporda dile getirdiği “69,8 milyar Avroluk ihracat” ve “58,5 milyar Avroluk doğrudan yabancı yatırım,” madalyonun bir yüzü. Öbür yüzünde de Türkiye’nin toplam ithalatının yüzde 33,4’ünü oluşturan 73 milyar Avro’luk ithalat ile yabancı yatırımların neması olarak AB’ye akan kâr transferleri var. AB seçkinlerinin zihnindeki asıl soru şu: Erdoğan rejimi “Kopenhag kriterleri”ne uyamıyor diye bu ballı piyasadan neden kopulsun? Neden içeride piyasa gerçeklerinin, dışarıda “haklar” ütopyasının konuşulduğu bu şizofreni sürdürülsün? 

Friedrich Naumann Vakfı Türkiye Temsilcisi Dr. Ronald Meinardus gidişatın çelişkili sonuçlarını belâgatle özetlemiş: "Özellikle Berlin, Türk-Yunan geriliminin askeri olarak tırmanmasından büyük endişe duyuyor ve bu süreçte arabuluculuk için, tüm siyasi ve diplomatik gücünü kullanıyor. Türk-Yunan diyalogunda kaydedilen ilerleme ve Doğu Akdeniz'de sağlanan sükûnet dikkate alındığında, bu dış politika bakımından aslında gayet başarılı bir strateji. Ancak Türkiye'de siyasi nedenlerden ötürü hapiste olanlar için bu çok da iyi bir perspektif değil." 

Ursula von der Leyen’in Erdoğan’ın sarayında maruz kaldığı muamele işte tam da bu politikanın karşılığı. Siz bir kez parayı ve güvenliği güvenceniz altındaki hakların çiğnenmesinin önüne geçirmeyi kabul etmiş, mağdurlardan kopmuşsanız, kendi hak ve saygınlığınızın çiğnenmesinin yolunu da açmış olursunuz. Elinizden “Ehm!” demekten başka bir şey gelmez. Umduğunuz değil, bulduğunuz saygıyla yetinirsiniz!