Tüm canlıların metaya dönüştürüldüğü kapitalist modernite döneminde, krizin yaşandığı alanların başında sağlık geliyor. Birer işletmeye dönüştürülen hastane ve sağlık kuruluşlarının tüm dünyada hastaları “müşteri” olarak görmesi, kapitalist sistem ile insan sağlığı arasındaki uyumsuzluğu net şekilde ortaya koyuyor. Kâr değil de insan sağlığını önceleyenler, mevcut sistem dahilinde 1 milyon 800 bin kişinin hayatını kaybettiği pandemiyle birlikte ayyuka çıkan sağlık krizinin çözülemeyeceğini düşünüyor. 

2014 yılında Kocaeli Dilovası bölgesinde doğum sonrası annelerin ilk sütleri ve bebeklerin ilk kaka örneklerinde ağır metal konsantrasyonlarını tespit ederek, halk sağlığının nasıl bozulduğunu ortaya koyan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, çözümün “yaşam krizini” ortaya çıkartan kapitalizmin dışında aranması gerektiğini ifade ediyor. Hamzaoğlu’na göre, mevcut sistemde insan da hayvan da bitki de kendisi gibi yaşayamıyor.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) eski Eşsözcüsü ve Türk Tabipler Birliği (TTB) Toplum ve Hekim Dergisi Editörü Prof. Dr. Hamzaoğlu sağlık alanındaki güncel gelişmeleri ve pandemi sürecinde yaptığı sistem eleştirilerini Mezopotamya Ajansı'na konuştu.

 Aşının piyasalaştırılması, ulaşılabilirliği ve güvenilirliği tartışmaları sürüyor? Aşı konusunda doğru süreç nasıl işletilmeliydi?

İki boyutuyla ele almamız lazım. Bunlardan bir tanesi, pandemi dediğimiz salgın durumu tüm dünya ülkelerinde yaşanıyor olmasına rağmen bütün ülkeler Kovid-19 ile mücadeleyi kendi başlarına, kendi ülkeleri, kendi zenginlikleri, kaynakları kapsamında yaptıklarını izliyoruz. Aşı çalışmalarında da maalesef ülkeler arasında ya da bilim insanları arasında bir iş birliği yok. Çünkü her ne kadar aşı çalışmaları devletlerin, ülkelerin adlarıyla da anılsa, tümüyle şirketler tarafından yapılıyor. O anlamıyla da temel hedef, insanlığa yararlı olmak ve pandeminin sonlandırılması değil, pandemiyi sonlandırırken ‘bizim şirketimiz bu işten ne kadar kazanır’ hesabıdır. Şu andaki aşı çalışmalarının tümünün motivasyonunun çok büyük bölümü böyle oluşuyor. Bu durum ‘kim önce aşıyı üretecek, kim süreçleri tamamlayacak, ülkelerle bağlantıyı kuracak ve aşısını daha hazır hale gelmeden pazarlayacak’ anlamına geliyor. Bu bakımdan ‘aşının güvenirliği’ dediğimiz hem yakın hem de uzak dönemde insana yapıldığında, zarar veren bir etkisinin olmamasını kastediyoruz. 

Etkinliği dediğimizde de ‘Kovid-19 virüsüyle insan vücudu karşılaştığında onu etkisiz hale getirecek antikorun yeterli miktarda olmasını ve bunu uzun süreli devam etmesini sağlanmak’ olarak anlıyoruz. Bu iki alanında tartışmalar sürüyor. Ama bu tartışmaların temelinde maalesef insanlara yarar değil, aşı şirketlerinin ne kadar ve nasıl kazanacağı var.

 İktidarın bu süreçteki sağlık politikaları ciddi şekilde eleştirildi. Hem daha önceki Eşsözcülük görevini üstlendiğiniz Halkların Demokratik Kongresi (HDK) hem de Türk Tabipler Birliği (TTB), AKP iktidarını neo-liberal uygulamaları, yani “sağlık hizmetinin satın alınması” meselesi üzerinden eleştirdi. AKP’nin pandemi sürecindeki temel karakteri ve sizin temel eleştirileriniz nelerdir?

Türkiye de ‘başarı’ diye övündüğü sağlıkta dönüşümle esasen bu sıraladığımız ilkeleri gerçekleştirdi ve Dünya Bankası’ndan da ödül aldı. Dünya Bankası’ndan ödül almış hiçbir sistem, toplumların yararına bir faaliyet olamaz.

Küba dışında dünyada da Türkiye’de de maalesef pandemiyle mücadele edecek bir sağlık sisteminin varlığından bahsetmek mümkün değil. Çünkü 1980’li yılların devamında Dünya Bankası, İMF ve o dönem ki Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) katkılarıyla ‘sağlıkta reform’ adını verdikleri yeniden dönüşümün, sağlık sistemini bir şekilde sermaye birikim alanı haline getirmeye yönelik işlemler gerçekleşti. Tümüyle hastanecilik hizmetlerine dayanan, insanları yaşadıkları çevrede, çalıştıkları fabrikada, okullarda sağlıklı ortamlarda yaşamasını hedefleyen perspektiften çıkartan bir sağlık sistemi oldu. Doğrudan doğruya teknolojiye, ilaç sanayiye dayanan bir sağlık sistemi ve hastanecilik hizmetinin satın alınmasına yönelik bir sağlık sistemi kuruldu. Dolayısıyla Türkiye de ‘başarı’ diye övündüğü sağlıkta dönüşümle esasen bu sıraladığımız ilkeleri gerçekleştirdi ve Dünya Bankası’ndan da ödül aldı. Dünya Bankası’ndan ödül almış hiçbir sistem, toplumların yararına bir faaliyet olamaz. Doğasına aykırı. 

Bu temelden de yola çıkmak mümkün ama 2003 yılından beri toplum sağlığıyla ilgili harcamaların kaynağının en az yüzde 77’sini ceplerinden yapıyor ya da pirim ödeyerek gerçekleştiriyor. Devlet, sadece 100 TL’nin 23 TL’sini harcıyor. Bunun da 8 TL’sini maalesef 12 tane şehir hastanesine kira parası ya da hizmet bedeli olarak ödüyor. İçinde bulunduğumuz ülkede sağlık sistemi maalesef bu durumda. Biri hasta olduğunda, bir apartmanda 5 tane Kovid-19 hastası olsa, her birinin hekimi ayrı ayrı olabiliyor. Bir evin içindeki insanların bile ayrı ayrı olabiliyor. Dolayısıyla salgınla mücadelede ‘bu binada, bu mahallede ne var’ gibi soruları sorup bununla ilgili mücadele etmek konusunda hiçbir olanağı olmayan sistemin içindeyiz. Böylesi bir ortamın nedeni budur.

AKP, Cumhurbaşkanlığı hükümeti şöyle bir tutum aldı: ‘Salgınla mücadelede zafer kazanıyoruz, kazanacağız’. Bu bağlamda da maalesef hiçbir bilgiyi açık şeffaf bir şekilde kamuoyuna paylaşmadılar. Bununla ilgili zaman zaman da sakladıklarıyla ilgili Haziran’daki basın açıklamasında yanlış hesapla yakalandılar. En son Kasım ayı sonu itibariyle birdenbire hasta sayımız milyonlara kadar ulaştı. Bu kadar ölüm bir anda nereden çıktı. Bunlarla ilgili hiçbir açıklamada bulunmadılar. Böyle bir süreci hepimize yaşatmış oldular. 

Bir başka yönü de bu süreçlerde maalesef bilimsel bilgiyi kullanacak şekilde bir hazırlık yapmamak ve istedikleri biçimde kamuoyunu yönlendirmek için pek çok çalışmayı engellediler. Kovid-19 hükümet yetkilerinin söylediği gibi Türkiye’ye Avrupa ülkelerinden ya da Latin Amerika’dan gelmedi. Etkeni genetik yapısının üzerinde yapılan başlangıçtaki çalışmalar, Kovid-19 etkinin Türkiye’ye Suudi Arabistan ile İran üzerinden geldiğini gösteriyordu. Bunu da o dönemki Umre ziyaretleriyle ilgili ve İran’a sınırıyla ilgili yine pervasızca tutumu, bizi böyle bir felaketin içine attı. En azından elimizdeki veriler bu. Sonra da bu çalışmalar bir şekilde engellenmiş oldu. Sağlık Bakanlığı ve hükümet tarafından hem bunu çalışacak ham maddelerin pahalılığı nedeniyle bu çalışmalara destek verilmedi hem de ‘bu çalışmaları yapmayın tek merkezde bunu izleyeceğiz’ diye bir sınırlılık getirildi. Böylece bir gizlilik sağlanmış oldu. Gerçeklerin üzeri örtülmeye çalışılıyor.

 Sizde değindiniz, salgın sürecinin başarılı yönetildiği yönünde algı yaratılmaya çalışıldı. Ancak bunun yanında “Sağlık ordusu” gibi kavramlarla da sağlık alanı militarizme edildiği yönüyle eleştiriler de geldi.  İktidar bu dili bilinçli mi kullandı?

Biz hekimleri, sağlıkçıları orduya yazdırmaya kalktılar. Öyle bir şey bizim doğamıza aykırı. Hekimler savaşmaz, hastalıklarla mücadele eder.

Evet. Çok önemli bir noktanın altını çizdiniz.  Katılıyorum.  Bence bilinçli yapmadılar ama bana göre yaptıktan sonra bunun işe yarayacağını fark ettiler. Biz hekimleri, sağlıkçıları orduya yazdırmaya kalktılar. Öyle bir şey bizim doğamıza aykırı. Evet, askeri hekimlik de yapılabilir ama bu orada hekimlik yapma üzerine olur. Ancak onların söylediği savaş. Hekimler savaşmaz, hekimler hastalıklarla mücadele eder. Aynı zamanda hekimler sağlık sorunlarıyla olduğu gibi kötü yönetimlerle de mücadele eder. Ama tek başına kötü yönetimlerin değişmesi yeterli değil. Diğer mücadelemizi de yürütmeye çalışıyoruz.

İçinde bulunduğumuz süreci “Perote’den Wuhan’a: Endüstriyel domuz çiftliklerinden köylü işçilere- 21’inci yüzyıl kölelerine doğru” başlığında ele alıyorsunuz. Biraz açabilir misiniz?

Kapitalizmin 70’li yıllarda yapısal krizi ve bu krizi aşmak adına ABD hegemonyasında Dünya Bankası, yine IMF’nin de katkılarıyla patriarkal neoliberal kapitalizmin yaşama geçirilmesi planlandı. Bundan önce de Francis Fukuyama tarihin sonu demişti ve insanlığın ideolojik anlamda erimenin sonuna geldiğini iddia etmişlerdi. İşte buna göre yapılanma oldu. Merkez kapitalist ülkeler özellikle doğayı tahrip eden, kirleten, sağlığa zararlı yüksek derecede enerji kullanan tüm üretim alanlarını bağımlı kapitalist ülkelere nakledip, kendileri finans kapital merkezleri haline geldiler. Yani ülkeler arasında bir hiyerarşi konuluyordu. Ve çevre ülkelerde ihracata dayalı, çok ucuz, örgütsüz emek gücüyle köle biçiminde çalıştırılacak işçiler ve emekçilerin düşünüldüğü bir kurguydu. Böylece sermayenin kar oranı artacaktı. Bunun için gerçekten yaşamı örgütlediler. Bizde de 12 Eylül askeri darbesi tam da bu gerekçelerle olmuştu ve 24 Ocak kararları geçmişti. Bu durum dünyanın pek çok ülkesinde gerçekleşti.

Bu durum hangi sonuçlara yol açtı?

Yaşamın tüm alanları yeniden düzenlenmeye başlandı. Sağlık sistemi reform adı altında yeniden düzenlendi. Eğitim sistemi ve enerji sistemi yeniden düzenlendi. Tarım doğrudan doğruya merkez kapitalist ülkelere kaydı. Çevre ülkelere ‘siz tarım yapmayın, biz ucuz bir şekilde size satacağız’ denildi. Onun dışında çalışma koşulları, çalışanların örgütlülüğü, demokrasinin rafa kaldırılmasının tümü bu süreçte yaşandı. Ve doğanın talanına ve tahribatına yönelik uygulamalar 21’inci yüzyılın başında iklim, gıda, sağlık, eğitim ve tarımda kriz getirdi. Ülkeler arasında ve ülkelerin içerisindeki sınıflar arasında eşitsizlikler derinleşti ve tarihinin en büyük aşamasına geldi. Yaşam koşulları herkes için zorlaştı ve aynı zamanda çalışma ortamları da artık bir köleci sisteme dönüldü. 21’inci yüzyılın başı itibarıyla ‘yaşam krizi’ ortaya çıktı.

Yaşam krizi derken sanırım sadece insanları kast etmiyorsunuz… 

Bu koşullar devam ettiği sürece de Kovid-19, Kovid-20, Kovid 25 Kovid-30’a kadar gidebilir. Bir yandan pandemiyle mücadele ederken, öte yandan yeni pandemiler olmaması için patriarkal, neo-liberal kapitalizm ile mücadeleyi önümüze koymamız gerekiyor.

İnsanın insan gibi yaşayamadığı, hayvanın hayvan gibi yaşayamadığı, bitkinin bitki gibi yaşayamadığı, böceğin böcek gibi yaşayamadığı bir dünyayı kastediyorum. Patriarkal neoliberal kapitalizm 21’inci yüzyılın başında dünyada canlıların yaşayabilecekleri ortamı tümüyle ortadan kaldırdı. Buna yaşamın krizi diyoruz. 21’inci yüzyılın başından beri salgınlara tanık oluyoruz. Domuz gribi, zikka, ebola… Domuz gribi nasıl gerçekleşti, ondan bahsedeyim biraz. Bunlar hayvanlarda bulunan ve hayvanları hastalandıran bir virüstü. ABD ucuz emek gücü nedeniyle neredeyse domuz çiftliklerin tümünü kuzey Meksika’ya yönlendirdi. Daha önceleri bir domuz çiftliğinde 50-100 domuz üretirken, bir anda o çiftliklerde bin domuz üretilebilir hale geldi. O insanlar bakıcılarıyla domuzlara çok yakından temas etti ve grip insanlara bulaştı. Perote kasabasındaki sağlık sistemi bu salgını fark bile edemedi. Başka ülkelere görüldüğünde kaynağının burası olduğu ortaya çıktı ve Dünya Sağlık Örgütü 2009 yılında ilk kez kamu sağlığı acil durumu ilan etti. Bakın bugün itibariyle 2020 yılında Kovid-19 salgını nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü acil durumun altıncısını ilan etmiş oluyor. İşte bu yaşamın krizinden kaynaklanıyor, çünkü bu yaşam krizi tüm canlıların yaşam alanlarını olması gerekenin -olumsuz anlamda- çok ötesine çıkarmış oldu. Bu koşullar devam ettiği sürece de Kovid-19, Kovid-20, Kovid 25 Kovid-30’a kadar gidebilir. Bir yandan pandemiyle mücadele ederken, öte yandan yeni pandemiler olmaması için yaşamın krizini ortaya çıkaran nedenlerle, yani patriarkal, neo-liberal kapitalizm ile mücadeleyi önümüze koymamız gerekiyor.

Kovid-19’u sadece sağlık alanındaki bir sorun olarak görmemek gerektiğini mi söylüyorsunuz?

Tümüyle. Çünkü onu ortaya çıkaran koşullar biyolojik koşullar değildir. Kovid-19 salgınının biyolojikleştirilmesine müsaade etmememiz gerekir. Dünyayı değiştirecek kadar sorgulatacak olanaklarımız var. Dünyadaki eşitsizlikler ve kapitalizmin akıl dışılığı, insanlara, canlılara karşıtlığı nedeniyle bunlar ortaya çıktı. O devam ettiği sürece farklı farklı adlarla, faklı farklı rakamlarla benzer sorunları insanlık ve dünyadaki tüm canlılar yaşamaya devam edecektir. O bakımdan temel mücadele bu alanda olmalıdır. O anlamda sizin de dediğiniz gibi pandemiyi sağlık alanına sıkıştırırsak çözemeyiz.

Murray Bookchin’in, “insanın doğa üzerindeki tahakkümünün zamanla insanın insan üzerindeki tahakkümünü getireceği” yönündeki tespiti akıllarda. Kovid-19 sürecinde böylesi gözlemleriniz ve tahlilleriniz oldu mu?

Kovid-19 sürecinin yaşandığı 2020 yılı itibariyle bilançolar açıklanıyor. Türkiye’deki sermaye gruplarının kar edenleri, en az ikiye katladı. Yüzde yüze yakın kârlar var. Dünyada en zenginleri pandemi sürecinde zenginliklerini 4, 5 kat artırdı. Düşünebiliyor musunuz? Hani aynı gemideydik. Yok, böyle bir şey aynı gemide değiliz. Tümüyle farklı gemilerdeyiz. Onlar bizim iliğimize kadar sömürmeye çalışıyorlar. Bu koşullar sadece bize yönelik değil. Doğanın taşını, toprağını, börtü böceğini, her şeyini çimento yapmak için kullanıyor. Demir çelik için kullanıyor. Altın bulacağım diye kullanıyor, ağaçlarını kesiyor. İnsanlarla tüm canlıların yaşam alanlarını ortadan kaldırıyor. Yaşamın krizi dediğimiz şeyin bir ölçüsü de bu. İklim krizi çıkıyor, gıda krizi çıkıyor. Tüm yaşam alanlarında kriz yaşıyor. Bu boyut gerçekten kapitalizmin akıl dışılığıdır. Kapitalizmin doğaya, insana tüm canlılara karşıtlığıdır. Bu resmen 21. yüzyılda ortaya konmuştur. Kovid-19 pandemisi de bunun görünürlüğünü sağladı. Bence hem bizlerin hem de toplumun üyelerinin bunu daha net bir biçimde görmesini ve bununla mücadele etmesini sağlamak gerekir.

 Pandemi sürecinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) nasıl bir pozisyon geliştirdi? Eleştirileriniz ya da övgüleriniz oldu mu?

Bu sağlık sistemiyle mücadele olmaz. Sağlıkta kişiye ve çevreye birlikte hizmet sunacak modele tekrar hızlıca geçilmesi gerekiyor. O yüzden Türkiye için Aile Hekimliği sistemlerinin de model olarak değiştirilmesi bir zorunluluktur.

Dünya genelindeki bir pandemi için merkezi ülkeleri koordine eden bir merkeze gereksinim var. Dünya Sağlık Örgütü’nün varlığının olumlu kısmı burası. Bu süreçte gerçekten daha önceki olumsuz tutumlarının dışında bu konuyu başarıyla yönetmeye çaba gösterdi. Onun yönetimi Birleşmiş Milletlerin yönetim biçimi gibi dolayısıyla kimseye yanlışlarını yaftalayacak, görünür kılacak bir açıklama ve tanımlama yapmak yerine, her seferinde hem dünya geneli hem de ülkeler bazında eksiklerin neler olduğu, nasıl giderileceğini tanımlar ve söyler. Şimdi bunu yapmaya çalışıyor. Bu koordinasyon önemli. Salgınla mücadelede tek başına merkezi koordinasyon yetmez. Ülkelerin kendi özgünlükleri, ülkelerin kendi kentlerindeki özgünlüklerini de dikkate alarak, mücadele yürütmek gerekir. Bu sağlık sistemiyle mücadele olmaz. Doğrudan doğruya birinci basamak dediğimiz, yaşam alanlarındaki, çalışma alanlarındaki sağlık hizmetlerinin nüfusa ve bölgeye dayalı bir şekilde örgütlenmesi, sağlıkta kişiye ve çevreye birlikte hizmet sunacak modele tekrar hızlıca geçilmesi gerekiyor. Böylece biz hem insanları bu hastalığa karşı koruyalım hem de hasta olanların diğerlerinin hastalanmasını engelleyecek tedbirleri gerçekçi uygun biçimde alalım. O yüzden Türkiye için Aile Hekimliği sistemlerinin de model olarak değiştirilmesi bir zorunluluktur.

Pandeminin ardından görüldü ki kapitalist sağlık sistemi bireyin kendi alacağı önlemlere odaklandı. Çözümün bireyin sırtına yüklenmesi olarak yorumlayabileceğimiz bu süreç için “Sistem, toplumu virüs ile baş başa bıraktı” diyebilir miyiz?

Salgın, başlangıcından ilk birkaç ayından farklı olarak sınıfsal bir karakter kazandı. Türkiye’de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 1 Haziran konuşmasında o zamana kadar alınan kamusal önlemlerin neredeyse tümünün ortadan kaldırıldığını, hayatın ‘normalleştirildiğini’ söylemişti. Siz el yıkama, maske takma ve fiziki mesafe korumakla, buna karşı kendinizi koruyun denmiş oldu. Ama benim fiziki mesafeyi sağlamama müsaade etmiyor ki. Ben fabrikada çalışmaya gittiğimde dip dibeyim. Çalışmaya giderken, dolmuşta, otobüste, serviste yine öyle. Bununla ilgili kamusal önlem alınmadı. Çalışma alanlarının düzenlemesine ilişkin kamusal önlemler etkenin özelliğine dikkat edilerek, alınabilirdi. Alınmadı. Okulların kapatılması tercih edildi. Okulların, üniversitelerin açılmasıyla ilgili hiçbir önlem maalesef alınmadı, özel çabalar gösterilmedi. Hangi koşullarda neler yapılmasıyla ilgili bir bilgi ortamı oluşturulmadı. Hep yasaklarla ve doğrudan doğruya kamusal önlemlerin alınmaması yaklaşımıyla ilerliyoruz. 

Slavoj Zizek, salgına karşı çözümde “Küresel bir komünizm” fikrine işaret ederken, Giorgio Agamben, devletlerin salgını bahane ederek “İstisna hali” oluşturduğu, kontrol ve baskıyı arttığını yazdı. Jean-Luc Nancy ise devletlerin istisna haline ihtiyaçları olmadığı, istisnanın zaten bir kural haline getirildiğine işaret etti. Toplumcu bir hekim olarak bu tespitleri somut olarak gözlemleyebildiniz mi?

Türkiye’deki iktidar, dünyada birçok benzerini barındırıyor. Tek bir model değil. AKP iktidarı, Türkiye’deki demokrasi, insan haklarının rafa kaldırılması, tek adamlık süreçleri, rıza aracı olarak sistemin şiddet ve savaştan başka araçları elinde kalmaması... ABD’de, Fransa’da, İngiltere’de, Türkiye’de de benzer bir biçimde Çin’de yaşanan bir süreç. Pandemiyle ortaya çıkan bir şey yok. Pandemiyle sadece görünür oldu. Son 20 yıldır dünya 21’inci yüzyılın faşizmini yaşıyor. Türkiye’de dahil. Türkiye’de çok daha somut. Ne parlamenter sistem kaldı ne yasama, yürütme, yargının farkı kaldı. Bütün bunları yitirmiş olduk. Türkiye ve dünyanın pek çok ülkesinde, 21’inci yüzyılın faşizminin yaşamda olduğunu, yaşama geçmiş olduğunu söylemek mümkün.

Salgınlar hayatımızdan çıkacak mı? Bunun devam etmemesi için ne yapılmalı? Alternatif yol nedir? Toplumcu sağlık nasıl olmalı?

Yaşamın krizini ortaya çıkaran patriarkal neo-liberal kapitalizmi yok etmeden, ortadan kaldırmadan onun yerine işçilerin, emekçilerin çalışanların iktidarını koymadan bu sürecin önü alınamaz. Biz insanca yaşayalım, hayvanlar hayvan, bitkiler bitki gibi yaşayabilsin.

Yaşamın krizini ortaya çıkaran koşullar değişmedikçe, Kovid-19 pandemisi biter yeni pandemiler başlar. 21’inci yüzyılın başından itibaren salgınlar bize bunu gösterdi. Öldürücülüğü, yaygınlığı ve sıklığıyla bize bunu gösterdi. O yüzden yaşamın krizini ortaya çıkaran patriarkal neo-liberal kapitalizmi yok etmeden, ortadan kaldırmadan onun yerine işçilerin, emekçilerin çalışanların iktidarını koymadan bu sürecin önü alınamaz. Sanayi devriminden bu yana geçen 260 yıl bize bunu getirdi. Dünyanın kaynakları tüketildi. Hele ki son 30 yıl ondan önceki 230 yıl kadar bir boyutta tüketim yaşandı. Doğanın kaynaklarının ve insanların yok edilişi başta olmak üzere. Son 30 yılla, 230 yıl doğanın tüketilmesinde eşit hale geldi. Bunu ortadan kaldıracak şey, yaşamın krizini ortaya çıkaran etkenin yani kapitalizmin ortadan kaldırılması gerekir. Biz insanca yaşayalım, hayvanlar hayvan, bitkiler bitki gibi yaşayabilsin.

MA / Selman Güzelyüz