Koronavirüs (Kovid-19) salgınına karşı alınan tedbirlerde gevşeme adımları atılırken, diğer yandan salgına yakalanıp tedavi süreci devam eden kişilerin sayısı çok fazla. Barış bildirisine imza attığı için Pamukkale Üniversitesi’nden ihraç edilen Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Zencir’e de tanı konuldu. Evinde izolasyon süreci devam eden Zencir ile tedavi sürecine ve tedbirlere ilişkin alınan gevşeme kararlarını Mezopotamya Ajansı’ndan Zemo Ağgöz’e değerlendirdi.

Siz de koronavirüs (Kovid-19) salgınına yakalandınız, öncelikle geçmiş olsun. Geçirdiğiniz tedavi sürecini anlatabilir misiniz?

Kayınpederim rahatsızlanınca, zorunlu olarak İzmir’e gitmek durumunda kaldım. Ailecek ne yapabileceğimize dair toplandık. O ara kayınbiraderimin öksürük şikayeti vardı. Kovid-19 olacağını düşünere,k hastaneye yönlendirdim. Tanı alarak, hastaneye yattı. Kayınbiraderimle yarım saat aynı odada kalmıştım, bu süre içinde fiziksel mesafe, maske kullanma ve ellerimi sabunlu suyla yıkama kurallarına dikkat etmiştim. Kayınbiraderim tanı konulduktan sonra onunla temas kuran bizler de 14 günlük temaslı izlenimine alındık, önlemlere devam ettik. 14 günlük temaslı izlenimi sırasında şikayetim olmadı ama 17’inci günde şikayetlerim başladı. Ateş, miyalji ve öksürük. Bunun üzerine gittiğim Pamukkale Üniversite Hastanesi’nde bana da tanı konuldu. BT ve PCR pozitifti. 8 gün hastanenin normal servisinde yattım. Nefes darlığım olmadı, bu nedenle oksijen tedavisi almadım. Hastane sürecinde 2 gün ilaçla, 3 gün ilaçsız kontrol altına alındım. Ateş ve öksürük şikayetim devam etti. 3 gün ateşsiz dönem, öksürüğün azalması, kan sonuçlarının düzelmesi ve PCR testinin de negatif çıkmasıyla taburcu edildim. Dinlenme, solunum egzersizleri, yüzükoyun yatma ve ilaç tedavisiyle atlattım. Taburcu olduktan sonra evde 14 günlük izolasyon süreci başladı. Bu süreçte ilçe sağlık müdürlüğünden, şikayetlerimin olup olmadığına dair günlük olarak arandım. Ciddi bir şikayetim yok. Evde dinlenme, düzgün beslenme ve solunum egzersizleri çok yararlı oldu. Şu an iyiyim.

Sizin gibi kliniklerde kalan tanılı hasta sayısına dair gözlemleriniz neler? Tanılı hasta sayısına yönelik paylaşılan bilgilerin ne kadarı gerçeği yansıtıyor?

Daha çok yoğun bakımlarda kalan hastaların sayısı gösterildiği için, klinik yelpazenin yüzde 95’i gösterilmiyor. Ben de yüzde 95’in içerisindeyim. Virüs bulaşan kişilerin yüzde 30’u, hiçbir şikayet olmadan geçiriyor. Bunlar aslında salgın açısından daha çok korktuğumuz hasta grubu. Çünkü hasta olduklarını bilmiyorlar. Eğer serbest dolaşıyorsa, başkalarına hastalığı bulaştırma potansiyeli taşıyorlar. Yüzde 50’si ise hafif şikayetlerle, kırgınlık gibi hastalığı geçiriyor. Geriye kalan yüzde 20’isinin ise sağlık kuruluşlarına başvuracak şikayetleri oluyor. Bunlar çoğunluğu hastanede bir kısmı evde tedavi alıyor. Hastaneye yatanların bir kısmı normal servislerde, bir kısmı yoğun bakımlarda kalıyor. Özetle yoğun bakıma, solunum cihazına bağlı, ciddi seyir izleyen hastalar toplamın yüzde 5’ini oluşturuyor. Bizler özellikle bilinmeyen yüzde 80’e odaklanırsak, salgın yönetiminde daha başarılı oluruz. Şikayeti olan hastalar zaten hastaneye başvurup, tedavilerine devam ediyorlar.

Yüzde 95’lik kısım içerisinde hiçbir şikayet göstermeden, virüs bulaşan yüzde 30’luk kısımın durumunu biraz daha açar mısınız?

Bu tür hastalık dönemlerinde “buz dağının altı” diye tanımlanan bir kısım var. Bu kısım şikayet göstermeden, kendi bağışıklık sistemi ile hastalığı yenen insanlar. Bu nedenle testler daha yoğun yapılsa, şu an açıklanan rakamların çok daha büyüyeceğini biliyoruz. Bunu muhtemelen bakanlık da biliyordur. Şu an bilim camiasında, halk sağlıkçılarının arasında ‘hastalığa yakalanan 1 buçuk 2 milyon arası olabilir’ diye konuşuluyor. Bilim Kurulu’ndan bir arkadaşımız ‘toplumun yüzde 2’si hastalık geçirmiş olabilir’ demişti. O da bu sayıya denk geliyor. Şu an tanı konulan 130 bin diye söylenen vaka sayısı, hiç semptom göstermeden geçirenlerin saptanmasıyla büyür ve en az 10 katına çıkar. Farkı ortadan kaldırmak ise ancak yaygın test ile mümkün. Örneğin en son Almanya’da bir çalışma yaptılar ve araştırma sonucunda tanı konulan sayının, bilinen rakamdan 10 kat daha fazla olduğunu buldular. Sağlık Bakanlığı’nın da toplumda şikayeti olmayanlardan da PCR alıp, toplumda ne kadar hastalık geçiren kişi var, toplumda bağışıklık düzeyi nedir diye çalışma yaptığını duyuyoruz.

Sağlık Bakanlığı, salgın yayılımını kontrol altına almak için filyasyon yöntemi uygulandığı açıkladı. Geldiğimiz noktada filyasyonun uygulanıp uygulanmadığına dair gözlemleriniz nelerdir?

Bakanlık 10 Mart’tan bu yana hasta olan kişilerin temas ettiklerinin bulunması ve o bulunan kişilerin şikayeti varsa test yapılmasına dair bir çalışması yapıyor, buna da filyasyon çalışması diyor. Ancak temaslı herkese değil, şikayeti olanlara test yapılıyor. Aynı şeyleri ben de yaşadım. Kayınbiraderim tanı aldıktan sonra ben, eşim ve kayınpederim, kayınbiraderimin eşi ve çocukları onunla temaslı olmamıza rağmen, hiçbirimize test yapılmadı. Çünkü şikayetimiz yoktu. Diğer yandan filyasyon çalışmasını deneyimli kişilerin yapması lazım. Çünkü filyasyon, tanı konulan kişinin hastalığı nereden kaptığını belirleme, temas ettiği kişileri belirleme ve hastalığın bulaşmasını önlemeye yönelik önlemlerin alınmasını sağlamaya yönelik yapılan bir çalışma.

Ama hayatlarında hiç filyasyon çalışması yapmayan birçok diş hekimi arkadaşlarımızı dahi bu iş için görevlendirdiler. Özellikle hastalığın yoğun olduğu İstanbul’da. Bu deneyimsiz, filyasyon çalışmasını bilmeyen sağlık emekçileri, temaslı sayısı çok az buldular. Yeterince ayrıntılı öykü almadılar, alamadılar. Tüm dünyayı sarsan pandeminin yarattığı korku iklimi ile evlere tedirginlik içinde gittiler ve kendilerine de bulaşır kaygısını taşıdırlar. Kayınbiraderim hastaneye yattıktan sonra sağlık müdürlüğünden iki arkadaş temaslı izlenimi için eve geldi. Koruyucu donanımları gerçekten bizim önerdiğimiz şekildeydi. Ama çok tedrirgindiler, korkuları doldurdukları formdaki yazının titrekliğine yansıyordu. Bu çalışmada temel hedef şüpheli temaslarımızı belirlemek, evde karantina koşullarını uyup uymadığımız, hastalık ile ilgili bilgilendirme vs. olmasına karşın, müdürlük tarafından hazırlanan 14 gün boyunca uyacağımız kuralları içeren formu imzalatma ile sınırlı kaldı. Ama temas olgusunu bulmaya yönelik çok az soru sordular. Halk sağlığı uzmanı arkadaşlarımdan biliyorum. Onlar sahada filyasyon çalışması yaptıklarında bir hasta ile birlikte en az 30-40 temaslı bulabiliyorlar, deneyimsiz sağlık emekçilerinde ise bu sayı çok az.

Koronavirüs salgınıyla mücadelede, koruyucu ve diğer önlemler için toplum katılımının önemi nedir? Toplum katılımı için hangi mekanizmaların işlemesi gerekiyor? Türkiye’de bunun sağlanabildiğini düşünüyor musunuz?

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) salgın yönetimine dair belirlediği kriterler var. Bunlardan biri salgınla mücadelede toplumun katılımına izin vermek. Bu nedenle toplumun örgütlü kesimlerinin bir şekilde salgını birlikte yönetmesi gerekiyor. Ama bizdeki toplum katılımı değil, bildiğimiz bilimsel bir kurul var. O kurul bir rapor hazırlıyor, sağlık bakanlığına sunuyor bakanlık da cumhurbaşkanına iletiyor. Cumhurbaşkanı da hoşuna giden kısımları kamuoyuna açıklıyor. Yani toplumun salgınla ilgili düşüncelerinin salgın yönetiminde dikkate alınmasına yönelik hiçbir mekanizma yok. Hangi önlemlerin alınacağına kim karar verdi? Meclis bile devre dışı. Gerçek rakamları, hangi ilçede durum nedir bilmiyoruz. Toplumla paylaşılmıyor. Bu nedenle neye göre gevşetilme kararlarının verildiğini de bilmiyoruz. Sadece bakanlığın açıkladığı yeşil formdaki rakamlar üzerinden bir strateji değerlendirmesi yapamayız.

Sağlık Bakanlığı salgının kontrol altında alındığını ve gelinen aşamaya da “kontrolü sosyal hayat” dedi. Getirilen tedbirlere yapılan gevşemeler söz konusu iken, halk açısından kontrolü bir sosyal hayatın olabilmesi mümkün mü?

Alınan gevşeme kararlarıyla birlikte hasta olduğunu bilmeyen insanların hareketliliğine izin verdiğinde, virüsün bulaştığı insan sayısı artar. Bu bilinen bir şey. Bu nedenle kararın erken alındığını düşünüyorum. Günde 60 ölüm hala çok fazla. İstatistiğe yanılmamamız gerekiyor. İstatistikler, bir şekilde insanları rakamsallaştırıyor ve rakamlar da değersizleştiriyor. Ama gerçekte var bunlar ve insanlar ölüyor. Neden hastalık İstanbul’da daha fazla? Çünkü işçi sınıfı çok fazla. Bir işçinin işe giderken toplu taşıma kullanmama imkanı yok. Hangi sermaye gücü işçisini fiziksel mesafeye uygun bir şekilde evinden alıp iş yerine getirir? Alınmayan önlemleri işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerini yılda iki bini geçen işçi cinayetlerinden biliyoruz. O zaman İstanbul saatli bomba gibi bir halde. Hastalığı ayakta geçirme bireyle ilgili bir durum ama bulaştırmaya engel değil. Diğer yandan mevsimlik tarım işçileri yola çıkarıldı. Bu insanlar zaten her türlü hastalık tehdidi ile karşı karşıyaydı buna bir de korona eklendi. Mevsimlik işçilerin kamyonlarla taşındığını biliyoruz. Alınan tedbirlerde gevşetilemeye gidiliyor ve ‘önlemlerin alınma ihtimali yokmuş’ gibi yapılacak.

Salgın süreciyle en çok tartışılan konulardan birisi de “neo-liberal sağlık politikaların halkı korumadığı” oldu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Neo-liberal sağlık reformları ile koruyucu sağlık hizmetleri devreden çıkarıldı. Birinci basamakta koruyucu hizmetler parçalandı. Dün bölge esaslı ve dar bölgede, geniş ekiple yaklaşık 20 bin nüfusa hizmet veren sağlık ocakları vardı. Burada çalışan ebeler saha çalışması yapardı, evlere zaten girerlerdi, toplumla tanışıklardı. Onların sağlık sorunlarını erken öğrenirlerdi. Bugün polikliniğe daralmış, bölgesi olmayan, liste tabanlı aile hekimliği sistemi var. Aile hekimlerin bulaşıcı hastalıkların kontrolünde görevleri çok sınırlı, filyasyon çalışması vb. yok. Bu işler sağlık müdürlüğünün ve toplum sağlığı merkezlerinin az sayıda sağlık emekçisine kalmış durumda. Bu yapılanma salgın döneminde iflas etti.

Ben ‘bu suça ortak olmayacağız’ bildirisine imza attığım için ihraç edilen akademisyenlerdenim. Bu devletin toplumsal sağlık için neler yaptığını biliyoruz. Sermayenin sağlığı için çok şey yaptı, ama toplumu düşünen bir sağlık tartışması bence hiçbir zaman yapılmadı. Örgütlenmiş toplum sağlıklı toplumdur. Ama biz daha düşüncemizi ifade edemiyoruz. Salgın sürecinde alınan kararların sermaye lehine alındığına dair en azından toplumsal muhalif kesimlerin hepsi ortak. Dünya Sağlık Örgütü, salgının uzun süreceğini, arada dalgalar yapacağını buna hazır olunması gerektiğini söylüyor. Yani biz uzun bir süre bu hastalık ile karşı karşıya olacağız. Hal böyleyken ve Türkiye salgın yönetimi, sermaye lehineyse, toplumu düşünmüyorsa bu toplumun da hastalıkla birlikte yürürken neler yapacağına dair oturup kafa yorması gerekiyor.

Peki bir halk sağlığı hekimi olarak, uzun süre salgınla yaşayacak olan halkın alması gerektiği önlemlere dair hangi önerilerde bulunursunuz?

Salgının en aktif olduğu bu dönemde bile işçi sınıfı fabrikalarda çalıştırılıyorsa, hükümete rağmen toplumun kendi içerisinde bir paylaşımla dayanışmayla, öz gücünü harekete geçirmekten başka bir yol görünmüyor. Çünkü bu krize girmiş yapının toplum sağlığını düşünmediğini görüyoruz. Bunu Cumhurbaşkanı’nın ilk ‘ulusa sesleniş’ konuşmasında da gördük. Önümüze getirilen reçeteyi kabul etmeyen toplumsal muhalefet kendi reçetesini gündeme getirmek zorundalar. Birbirimizin yaratıcılığına ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz. Sistemin kodları belli. Bu kodlar bugün bize “Kovid” diye çıktı, yarın kanser hastalığı ertesi gün kalp damar hastalığı, intihar diye çıkabilir. Bu nedenle kapitalist modernite al aşağı edilmeden toplumsal sağlığımızı yeniden elde etmemizin şansı yok.