"Ermenistan sınırına dayandılar" söylemiyle Kürt siyasetini hedef alan KCK operasyonları, üzerinden 12 yıl geçen kelepçeli fotoğrafla hafızalara kazındı. Dönemin Iğdır Belediye Başkanı M. Nuri Güneş, “Kaç hükümet devrildi? AKP'de aynı akıbeti yaşayacak" dedi. 

Ortadoğu coğrafyasının en eski halklarından biri olan Kürtler, bugün 30-35 milyon dolayında bir nüfusla dünyanın dört bir yanına dağıldı. 29 Nisan 1916'da imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile binlerce yıldır yaşadıkları toprakları Türkiye, Irak, Suriye ve İran arasında dört parçaya bölünen Kürtler, verdikleri mücadeleler sonucunda bugün Irak’ta federe bir yapıya, Kuzey Suriye’de ise de facto bir yönetime kavuştu. Türkiye ve İran’da yaşayan Kürtler ise hala bu ülkelerdeki mevcut statükocu yönetimlerin baskısı altında. 15 milyonu aşkın bir Kürt nüfusunun yaşadığı Türkiye'de, kökü cumhuriyet öncesine uzanan ve resmi bir politika olarak benimsenen inkar ve imha siyaseti, kendisini Şeyh Said, Ağrı, Zilan ve Dersim katliamları ile 90’lı yıllarda yaşanan faili meçhul cinayetler, köy yakmalar ve sürgün politikalarıyla gösterdi. 

29 MART SEÇİM SONUÇLARI 

Bu politikalar, son 19 yıldır ülke yönetiminde olan AKP döneminde de sürdü. AKP döneminde Kürt siyasi hareketine dönük ilk büyük ölçekli yönelim ise, “KCK” adı altında 2009’da başlayan siyasi soykırım operasyonları oldu. Operasyonun startı, Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde 8 il, 51 ilçe ve 39 belde olmak üzere toplam 98 belediye kazanmasının akabinde verildi.

CEMİL ÇİÇEK’İN İTİRAFI

Kürt siyasetinin elde ettiği bu başarının egemen devlet yapısında yol açtığı rahatsızlık, dönemin Başbakan Yardımcı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in söylemlerinde kendisini açıkça gösterdi. Çiçek, DTP'nin gösterdiği başarının devlet cephesinde yol açtığı rahatsızlığı seçimlerden 4 gün sonra, 2 Nisan 2009 tarihinde sarf ettiği "Iğdır'ı da aldılar, yani Ermenistan sınırındalar. Oraya dikkatle bakmak gerekir" sözleriyle gösterdi.  

ÇATIŞMASIZLIĞA OPERASYONLA YANIT 

DTP’nin başarısı devlet cephesinde alarm zillerini çaldırsa da Kürt sorununda diyalog ve çözüm şartlarını hazırlamak amacıyla PKK, 13 Nisan'da “çatışmasızlık kararı” aldı. Fakat bu kararın kamuoyuna deklare edilmesinin ertesi günü "KCK operasyonlarının" düğmesine basıldı.  

Şubat 2007 yılında yapıldığı öne sürülen bir "ihbar" üzerine 14 Nisan 2009’da Diyarbakır’da yapılan gözaltı ve tutuklamaları, 17 Haziran, 11 Eylül ile 25 Aralık 2009 tarihlerinde gerçekleştirilen operasyonlar izledi. Türkiye geneline yayılıp milletvekilleri, belediye başkanları, siyasetçiler, insan hakları savunucuları, avukatlar, akademisyenler, yazarlar ve gazetecilere uzanan bu operasyonlar 3 yıl boyunca sürdü. Operasyonlar kapsamında 7 bin 748 kişi gözaltına alındı, 992 kişi tutuklandı, 2 bin 146 kişi ise yargılandı. 

KELEPÇELİ FOTOĞRAF

Kürt siyasetine dönük bu yönelim, 25 Aralık 2009 tarihinde yapılan operasyonda gözaltına alınan siyasetçilerin getirildikleri Diyarbakır Adliyesi bahçesinde kelepçeli halde tek sıraya dizilerek çekilmiş fotoğrafları ile sembolleşti. Söz konusu fotoğraf, “Dün Halepçe, bugün kelepçe” mesajıyla kentin billboardlarında teşhir edildi. Üstelik bu yönelim “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”, “Demokratik Açılım” gibi isimlerle adlandırılan süreç içerisinde gerçekleşti. 

O dönem Gülen Cemaati’nin operasyonel yayın organı olan Taraf gazetesinde köşe yazan Polis Akademisi Öğretim üyesi Önder Aytaç, Aralık 2009'da kaleme aldığı bir yazıda KCK operasyonları için “Geç kalmış bir operasyondur" diyordu. Aynı gazetede yazan Emre Uslu ise, 12 Ağustos 2012 tarihli yazısında, "Erdoğan PKK'ya karşı Yalçın Akdoğan ekolünü mü seçecek, müzakereci Beşir Atalay/Hakan Fidan ekolünü mü seçecek net bir karar vermeli. PKK'nın tepe ve orta kademe liderlerini hedef alan nokta operasyonlar düzenlenmeli" diyerek, PKK'ye yönelik olarak atılması gereken adımların listesini yayınladı. Bu yazının üzerinden çok zaman geçmeden Yalçın Akdoğan, Beşir Atalay'ın yerine açılım sürecinden sorumlu Başbakan Yardımcısı yapıldı. Bir yandan süreç devam ederken, Fransa'nın başkenti Paris'te, 9 Ocak 2013 günü Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez uğradıkları suikastla katledildi. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ile ilişkisi ortaya çıkan katil zanlısı Ömer Güney, hakim önüne çıkması beklenirken 17 Aralık 2016’da şüpheli şekilde öldü. 

YARGILAMALAR

KCK operasyonları kapsamında yargılanan Kürt siyasetçiler hakkında binlerce sayfalık iddianameler hazırlandı. İddianameler, hukuka aykırı bir şekilde yapılan ortam dinlemeleri, tape kayıtları, telefon dinlenmeleri ve gizli tanık ifadelerinden oluştu. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'nca 154 Kürt siyasetçiye dair hazırlanan 7 bin 578 sayfalık iddianame, “KCK Ana Davası” olarak adlandırıldı. "Devletin birliği ve bütünlüğünü bozmak", "örgüt üyesi ve yöneticisi olmak" ve "örgüte yardım etmek" suçlamaları yöneltilen Kürt siyasetçiler hakkında 15 yıldan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına uzanan cezalar istendi. Hazırlanan iddianameler gibi açık hukuksuzluklara sahne olan yargılamalar sırasında Kürtçe savunma krizi yaşandı. Mahkemelerin Kürtçe savunma talebini kabul etmemesi üzerine cezaevlerinde binlerce kişinin katılımı ile açlık grevi başlatıldı. 

ÖCALAN DEVREYE GİRDİ

17-25 Aralık süreciyle birlikte Gülen Cemaati’nin iktidar kavgasına girdiği AKP’nin, yaşadığı sıkışmayı aşmak için kapısının çaldığı PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın devreye girmesi ve Kürtçe savunma hakkının tanınmasıyla açlık grevi son buldu. Akabinde Kürt sorununa dair başlayan müzakere sürecinde Anayasa Mahkemesi'nin (AYM) azami tutukluluk süresini 5 yılla sınırlandıran kararıyla "KCK davaları" kapsamında tutuklu bulunanlar tahliye edilmeye başlandı.

Tayyip Erdoğan’ın 15 Eylül 2011'de "Habur anlayışı bitti", 25 Eylül 2011'de "Siyasetle müzakere, PKK'yla mücadele sürecek" açıklamalarıyla arkasında olduğu mesajını verdiği KCK davalarının savcı ve hakimlerinin tamamı 15 Temmuz askeri darbe girişimi sonrasında görevden alındı, bazıları tutuklandı. AKP’liler ise, bu kez çıkıp söz konusu siyasi soykırım operasyonlarında payları olmadığını öne sürmeye başladı. Oysaki Emniyet İstihbarat Dairesi eski Başkanı Ömer Altıparmak, çıkıp KCK operasyonlarını bizzat dönemin Başbakanı Erdoğan'ın talimatı ile yaptıklarını açıkladı. 

Benzer şekilde Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürülmesine ilişkin yargılandığı davada dönemin İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer de KCK operasyonlarına ilişkin verdiği bilgilerde, “KCK operasyonlarının talimatını bizzat Başbakan Erdoğan verdi. Tüm planlamasını Başbakan yaptı. Diyarbakır’daki operasyonların merkezi bile İstanbul’du" diyecekti.

HAPİS CEZALARI VERİLDİ

HDP, 5 Ağustos 2016’da "KCK davaları" başta olmak üzere darbe girişimi akabinde görevden alınan yargı mensuplarının yer aldığı davaların iptali talebiyle Meclis'e kanun teklifi sundu. Fakat sürdürülen "KCK" yargılamalarında bir bir hapis cezaları çıkmaya başladı. 154 sanıklı “KCK Ana Davası”nda ise karar 28 Nisan 2017’de açıklandı ve aralarında DBP Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek, DTK Eş Başkanı Hatip Dicle'nin de yer aldığı 111 isme hapis cezası verildi. Yapılan itirazları inceleyen Antep Bölge Adliye Mahkemesi 4. Ceza Dairesi, 2018’de 89 sanık hakkında verilen mahkumiyeti uygun buldu.

Yargıtay 16. Ceza Dairesi, HDP milletvekillerinden Leyla Güven ile Musa Farisoğulları'nın da aralarında bulunduğu 118 kişinin cezasını onarken, milletvekilleri Tayip Temel ile Pero Dündar'ın bulunduğu 36 kişi hakkında kurulan hükmü ise bozdu. 

BENZER SÜREÇLER YAŞANDI

Askeri kalkışmanın 3’üncü yılında Cumhurbaşkanlığı internet sitesinde yayımlanan "10 soruda 15 Temmuz darbe girişimi ve Fethullahçı terör örgütü" başlıklı raporda, Ergenekon, Balyoz, KCK, Selam-Tevhit, Tahşiye, Askeri Casusluk davaları için “kumpas davaları” tanımında bulunuldu. Bir yanda yargılamalara devam edilip, hapis cezaları verilen "KCK davaları" daha sonra bu rapordan çıkarıldı.

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın müdafiliğini yürüten Asrın Hukuk Bürosu’na bağlı avukatlar ile Kürt basın kurumlarına çalışan gazetecilerin yargılandığı dava dosyaları dışındaki tüm KCK yargılamalarında hapis cezaları çıktı. "KCK operasyonlarının" önünü açan 29 Mart 2009 seçimleri gibi, AKP'nin tek başına iktidar olma şansını yitirdiği 7 Haziran 2015 seçimleri akabinde çözüm masasının devrilmesiyle Kürt halkının evlatları polis ve askerlerce sokaklarda fütursuzca katledildi, kentleri yakılıp yıkıldı, siyasetçiler cezaevlerine dolduruldu, hapis cezaları verildi, kazandıkları belediyelere kayyımlar atandı ve bu yönelim partilerinin kapısına kilit vurulmak istenmesine kadar vardı. Tüm bu yönelimler, Kürtleri özgürlüklerine kavuşma ve Türkiye'yi demokratikleştirme inatlarından vazgeçirebilmiş değil.  

8 YIL 9 AY HAPSE MAHKUM EDİLDİ

Üzerinden 12 yıl geçen kelepçeli fotoğrafla simgeleşen "KCK operasyonlarının" amaç ve sonuçlarını, arkasında yer alan güçlerle birlikte siyasetin bugününü bu operasyonlarda tutuklanıp, hapis cezasına çarptırılan ilk isimlerden biri olan ve Cemil Çiçek’in doğrudan hedef gösterdiği DTP’li Iğdır Belediye Başkanı Mehmet Nuri Güneş Mezopotamya Ajansı'na konuştu.

21 Ocak 2010'da yapılan operasyon kapsamında gözaltına alınan Güneş’e yargılandığı Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesince 8 yıl 9 ay hapis cezası verildi. Yargıtay'ın 7 Ekim 2013 tarihinde bu cezayı onaylamasıyla Güneş’in başkanlık görevine son verildi. Güneş, 9 Ağustos 2016’da cezaevinden çıkabildi. 

Kürt siyasetine yönelik 14 Nisan 2009’da “KCK” adı altında başlayan siyasi soykırım operasyonları 24 Aralık’ta servis edilen kelepçeli fotoğrafla hafızalara kazındı. Bu operasyonlarda tutuklanıp, ilk cezaya çarptırılan isimlerden birisiniz. 29 Mart 2009 seçimleri akabinde başlayan bu operasyonlara dair Cemil Çiçek’in “Iğdır’ı alıp, Ermenistan sınırına dayandılar” söylemi çok tartışıldı. Dönüp baktığımızda bu söylemin devletin Kürt sorununa dair kodları özelinde gösterdikleri neler oldu?

Yapılan operasyonların tümünün ortak noktası, İttihat ve Terakki’nin bu devletin kurulmasına referans olan tekçi anlayışının o günkü gündeme yansımasıydı. Şuan hala onun izlerini görmekteyiz. Kendine göreliğin hakim olduğu, demokrasinin ortadan kaldırıldığı, inkar, tenkil, tehdit ve asimilasyonun kendisini her anlamıyla gösterdiği bir süreç. Bu aynı zamanda İttihat ve Terakki’nin kuruluş felsefesidir. Şimdi bugün her ne kadar yeni cumhuriyet dense bile İttihat ve Terakki’den arta kalan bir cumhuriyet. Mantık olarak da cumhuriyetin oluşması için demokratik yaklaşımının kökleşmesi için verilmiş herhangi bir mücadele söz konusu değil. Yani her şeyi dışarıdan, ithal, içselleştirme sıkıntı olan, demokrasiyi de kendine göre yorumlayan, özgürlükleri hapsetmiş bir anlayışla karşı karşıyayız. Temelinde de aynı günümüzde yaşandığı gibi tekçilik felsefesi üzerine kurulu, inkar ve asimilasyonist bir yaklaşalım. O nedenle de halklar olarak bunun yansımasını yaşayarak görüyoruz. 

Gülen Cemaatine mensup dönemin emniyet müdürleri ve savcıları "KCK operasyonlarına" dair “talimatı başbakan Erdoğan’dan aldık” söylemlerine rağmen, AKP iktidarı bugüne dek bu sorumluluktan hep kaçmaya çalıştı. Katılır mısınız? 

 AKP, tekçi cumhurbaşkanlığı sisteminin alt yapısını 15 yıl boyunca Gülen Cemaatiyle birlikte döşedi. Fakat iktidar paylaşımı söz konusu olunca da cemaatçileri ekarte ettiler. 

Resmin büyüğüne baktığınızda cemaate karşı kullandıkları cümleler bugün gibi aklımızda. ‘Artık hasret bitsin, sılaya dönün’ söylemleri bir ortaklaşmanın dile getirilmesi olayıydı. Şimdi Cemaat’le ortaklıkları iktidar paylaşımına gelip dayandığında ipucu orada ortaya çıktı. Yani birlikte idare ettiler, şimdiki AKP’nin çıkış noktası da Cemaatin kazandığı örgütlendiği mevziler üzerineydi. AKP, tekçi cumhurbaşkanlığı sisteminin alt yapısını 15 yıl boyunca onlarla birlikte döşedi. Fakat iktidar paylaşımı söz konusu olunca da cemaatçileri ekarte ettiler. Bunun yükünü başkasına mal etmeye çalıştılar. Arkasında Amerika’yı, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni gösterdiler, ki bu İttihat ve Terakkinin iç ve düşman yaratma alışkanlığından kaynaklıydı. İktidarı kalıcılaştırmak için sürekli algı ile iç düşman yarattılar. Şu anda da dış düşman olarak lanse ettikleriyle yeniden dans etmeye başladılar. 

KCK operasyonları Gülen Cemaati ve AKP arasında baş gösteren iktidar kavgası ile sona erdi. Kısa süreli bir müzakere süreci başladı. Bu dönem, AKP-devlet için aslında ne ifade ediyordu, bu sürece nasıl yaklaşıldı?

Hatırlanacağı üzere İmralı süreci başladığında kimse AKP iktidarını daha doğrusu Cumhurbaşkanının sadece kendine, kendi iktidarına yontacağını tahmin etmiyordu. Hatırlarsanız 2010 yılında iktidara gelirlerken Türkiye’deki olumsuzlukları dile getirerek, onları ortadan kaldırmayı önüne hedef koyarak geldi. Bunlardan bir tanesi de Kürt sorununun çözümüydü. Süreç başlarken özellikle İmralı bunun resmileştirilmesi, Meclis’te paylaşılması, bunun halkla ortaklaştırılması, toplumsallaştırılması yönünde sık sık uyarıda bulunuyordu. Fakat AKP hükümeti, Cumhurbaşkanı baktı ki kendi aleyhine dönüşüyor. Aslında diğer muhalefetle paylaşmamanın altında da bu gerekçe yatıyordu. En son Dolmabahçe masasını devrilerek oylarını konsolide etmek için, tekrar eski gücüne kavuşmak, iktidarını sürdürmek için manevra yapmaya başladılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan başından itibaren bütün detaylarına hakim olduğu bu görüşmelerin hepsinin kendi onayıyla yapıldığı bilinmesine rağmen inkar etti, manevra yaptı. 

7 Haziran 2015 seçimleri ile birlikte resmi görünce iktidarın sarsıldığını gördü ve tekrar sağcı, ötekileştirici anlayışa savruldu ve şuan birlikte oldukları MHP ile kol kola girip 21 Kasım seçimlerine gidilirken de birçok provokasyon, yönelim yaşandı. Hatta ve hatta çatışma provokasyonları ile sonuç almaya çalışıldığı biliniyor. Türk toplumu biraz algıyla yönetilmeye müsait bir toplum. Emek yoksunu, demokrasi adına bedeller vermemiş, on yılda bir darbenin şekillendirdiği bir toplum olunca AKP hedeflediklerini aldı ve bugüne geldi.  

 Bu süreç, AKP’nin tek başına iktidar olma şansını yitirdiği 7 Haziran 2015 seçim sonucuyla sonlandırıldı. 29 Mart 2009 ile 7 Haziran 2015 seçimlerinin sonuçları hem Kürt siyaseti hem de devlet açısından önemi nedir? 

Şimdi bakınız orta yerde devletleşen bir partiden söz ediyoruz. Yani bugünkü gelişmeler adım adım geldi. Önce 2015’teki FETÖ kalkışmasıyla ilgili ilan edilen OHAL bir anlamda normal karşılandı ama sonra baktık ki OHAL kalıcılaştırıldı. Şuan mevcut iktidarı kalıcılaştırmaya dönük tam bir OHAL yaşamı söz konusu. 

Her alana mevcut cumhurbaşkanının müdahale ettiğini düşünebiliyor musunuz? İdarecilik kadro işidir, ekip işidir. Günümüz dünyasında bir cumhurbaşkanı hayvanları koruma derneği atanmasını bile kendi yapacak kadar detaylarla uğraşan bir konumda. Bu insan sağlık sorunu yaşayan bir insan. Bir makine ya da bilgisayar değil. Nezle olduğunu, yani motivasyonun bozulduğunu düşünün; Şimdi bu ülkeyi nasıl idare edilebilir? Bir cumhurbaşkanı her şeye karışıyor. Yargıyı denetimine almış, ekonomiye müdahale ediyor. Zaten günümüz dünyasında savunduğu bir teori var ve Türkiye’yi bugün doların 20 liraya dayandığı bir noktaya getirdi. Faiz sebep, enflasyon sonuçtur diye. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir teori yok ve merkez bankasını adet oyuncağa çevirdi. Bir kere kurum diye bir şey kalmadı. Kurumsal işleyişte müthiş bir çürüme ve güvensizlik var. Yani siz toplumu yok etmek istiyorsanız o toplumun içerisine güvensizlik tohumu ekeceksiniz. Gelecek göremeyen bir gençlik var. Sürekli yurt dışına kaçmaya çalışan bir beyin göçü var. Bütün bunların tek müsebbibi işte o sözünü ettiğimiz tarihte döşenen ve bugün iktidarı kalıcılaştıran taşların döşenmesiyle meydana geldi. 

Kürt sorunu bir dönem “Sri Lanka modeli”yle çözülmek istendi. 2015 sonrası ise “Çöktürme Planı” ile harekete geçildi. Kürt kentleri tahrip edildi, kayyım atamaları ile irade gaspları yaşandı, binlerce siyasetçi demir parmaklıkların ardına konuldu. Bu adımlara rağmen devlet açısından bir başarı var mı ortada?

Güvenlikçi politikalarla sonuç alınamayacağı ortada. Kaç hükümet devrildi? Mesut Yılmaz’ları mı, Tansı Çiller’i mi görmedik? Bugün gelinen noktada mevcut iktidar da aynı akıbeti yaşayacak. 

Mümkün değil. Türkiye gibi zengin mozaiğe sahip bir ülkeye büyük haksızlık yapıldı. Bu toplum esir alınmış halde. Düşünün bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti bir kimlik bunalımı yaşıyor. Yani demokrasi ile Ortadoğululuk arasında bir kimlik bunalımı yaşanıyor. Hatırlamaya çalışın, "KCK operasyonları" öncesi Diyarbakır’da “Kürt sorunu ben çözeceğim” diyerek, hatta birkaç cümle Kürtçe öğrenerek, halkı yönlendirmeye çalıştığı sıralarda insanlara umut veren bir yaklaşım vardı. Fakat çok geçmeden tekrar güvenlikçi politikalara dönülmesi mevcut cumhurbaşkanın gerçek niyetini ortaya koydu ve geldiğimiz noktada ülke kan kaybediyor. 

Vicdanları sızlatan bir yoksulluk, intihar, kadın cinayetleri, ahlaki dejenerasyon, uyuşturucu, uyuşturucu-siyaset-mafya üçgeni... Bütün bunlar 12 yılda şunu gösterdi; Bir bilgenin tabiriyle 'Bilinen yöntemlerle sonuç almaya çalışmak aptallıktır” örneğini yaşıyoruz şimdi. Güvenlikçi politikalarla sonuç alınamayacağı ortada. Kaç hükümet devrildi? Mesut Yılmaz’ları mı, Tansı Çiller’i mi görmedik. Bugün gelinen noktada mevcut iktidar da aynı akıbeti yaşayacak. 

Mevcut Cumhurbaşkanı demokrasiyi araç olarak görmüştür. Giderek kimliğini ortaya koydu. 4-6 yaşlarındaki çocukları Kuran kurslarına gönderilmesi üzerinden İslamı kullanarak, etrafını giderek zenginleştirdi, ülkeyi betona çevirdi. O 5’li çetelere falan bahsetmiyorum bile. Batmış bir Merkez Bankası, atanmışlardan ibaret ve seçilmişlere hakaret eden bir hükümet anlayışı var. Dolayısıyla artık son demlerini yaşıyor. Fakat üzüldüğümüz nokta bu halkın bu çileyi çekiyor olması, önünü görmüyor olması. Bu da gerçekten vicdan sızlatan bir tablo.

Başvurulan bu politikalar bugün Kürtleri temel haklarını istemekten, statü talebinden vazgeçirebildi mi?

Asla aslai yanıldıkları nokta da burası. Kürtler her dönem kimlik taleplerinde bulunduklarında mutlaka "beyaz soykırım" denilen asimilasyonist katliamla karşı karşıya kaldılar. Ama hiçbir zaman bu taleplerinden vazgeçmediler. Bu taleplerinin karşılanmaması ve parti kadrolarımızın tutuklu olması dış dünyaya da olumsuz yönde teshir ediyor. Yani şu anda diplomaside tıkanmış, komşuları ile barışık olmayan, ekonomik anlamda çöküşü yaşayan, sıcak paranın akmadığı, yabancı yatırımların gelmediği bir ülke gerçeği ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla demokrasi talepleri daima sürecek, ısrarcı olunacak bir olgu. Bu nedenle bugüne dek sonuç alamadıkları gibi bundan sonra da sonuç alamayacaklar. Bu taleplerde ısrarcı olunacak. En son yapılan İstanbul Kongresi de bunun en güzel örneğidir.

 Bugün muhalefetin Kürt sorununa dair kimi söylemleri mevcut. Henüz pratikte bu yönlü somut adımlarla karşılaşılmasa da söylem ve pratikleri kıyasladığımızda muhalefetin Kürt sorununa dönük çözüm konusunda iktidar alternatifi olabilir mi?

Can alıcı nokta bu! Şimdi elbette şu anda ülkenin bütün kesimlerinin buluştukları ortak nokta, bu cumhurbaşkanlığı denen ucube sistemin artık gündemden kalkması. Bu ortaklaşma noktası insani, vicdani, siyasidir. Bunun oluşabilmesi, bu sistemin kalkabilmesi için muhalefete büyük görev düşüyor. Fakat şimdi muhalefete baktığımızda, devletin kuruluşunda bize yansıyan İttihatçı yaklaşımın kaygılı yaklaşımları onlar da hakim. Yani somut bir proje yok. Parlamenter sistemden bahsediyor, bu halkın yoksulluktan kurtulacağı sözü veriliyor. Ama somut, güven veren projeleri yok, çözüm önerileri yok. 

 Gerçek çıplak gezmeyi sever. HDP’siz demokrasi Türkiye’de kökleşmez. Bu işin anahtarı HDP’dir. Yapılacak tek şey çekinmeden ve korkmadan kitleyi doğru yönde yönlendirmektir.

Şimdi Sayın Kılıçdaroğlu’nun çok iyi yaklaşımları var, kucaklaşmayı vaat eden. Fakat bu tek başına yetmiyor. Yani derler ya; ‘Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir’ diye. Seçimler, muhalefet gibi argümanlar matematiksel hesap işidir ve şu anda düşünün dolaylı görüşme yapılan HDP ile resim vermekten kaçınılan bir yaklaşım, kaygı söz konusu. Bu yol aldırmaz. Elbette HDP bu işin demokratikleşmesi, halkların kurtulabilmesi için anahtar rolünü üstlenmiş durumda. Ama HDP çözümsüz değil, o nedenle de demokrasi güçleri ile "Üçüncü Yol" dediğimiz bir ittifakla manzumesi ile ilgili. Bunu da yapmak zorunda. HDP bütün sorumluklarını yerine getirmeye adaydır. Ama karşımızda hala İttihat ve Terakki etkinliğinden kurtulamayan, kitle kuyrukçusu bir yapı var. İster İyi Parti lokomotofi olarak görünür, ister CHP… Biliyorsunuz CHP’nin içerisinde çok değerli insanlar var ama unutmayalım ki CHP’nin içerisinde  bir de sağ damar var. Şu anda en büyük rol CHP’ye düşüyor. İYİ Parti’nin de iyi bir performans gösterdiğine tanık oluyoruz ama anlayış düzeyinde hala sıkıntı var. Ve açık bir şey söyleyeyim; Gerçek çıplak gezmeyi sever. Yani HDP’siz demokrasi Türkiye’de kökleşmez. Bu işin anahtarı HDP’dir. HDP’nin programıdır, açıkladığı tutum belgesidir. O nedenle yapılacak tek şey çekinmeden, korkulmadan, korkulardan ve kaygılardan uzaklaşılarak, kitle kuyrukçuluğundan, acaba benim kitlem nasıl anlar korkusundan uzaklaşılarak kitleyi doğru yönde yönlendirmektir. Yani HDP bu işin anahtarıdır.

MA / Ömer Çelik