Birleşik Arap Emirlikleri, Rabdan Akademesi’nde doçent olan Spyridon Plakoudas  ile Polonya Jagiellonian Universitesi’nde doçent olan Wojciech Michnik, Batı’nın Suriye Kürtlerine ihanetini ve bunun sonuçlarını değerlendiren bir makale kaleme aldı. Middle East Forum’da yayınlanan bu makalede yakında çıkacak olan “Ucuza Vekalet Savaşı: ABD ve Suriye Kürtleri” adlı kitabından yararlanıldığı belirtildi.

9 Ekim 2019'da Türk ordusu ve vekili Suriye Ulusal Ordusu (SMO), kuzeydoğu Suriye'deki özerk Kürt bölgesini veya Kürtlerin bildiği adıyla Rojava'yı işgal etti. Beyaz Saray'ın, bölgedeki ABD kuvvetlerinin Türk saldırısına direnmeyecekleri ve kısa bir süre sonra Suriye'den çekileceklerine ilişkin açıklamasıyla birlikte başlayan, Barış Pınarı Harekatı, Washington'un sadık Kürt müttefikine ihanet ettiği yönündeki suçlamaları alevlendirdi.

Gerçekte, Trump yönetiminin bu hamlesi, genel olarak Suriye iç savaşına ve özel olarak, Obama'nın miras bıraktığı, IŞİD ile mücadelede tutarsız ve çelişkili politikanın bir sonucuydu. Bu politika, İslamcı terör örgütüyle savaşmak için Kürtlere büyük ölçüde güvenen ve bu polittikanın Kürtlerin Esad rejimi ve Türkiye ile ilişkileri  üzerinde çok az düşünülen dar bir stratejiyle sonuçlandı.

Sonuç olarak, Barış Pınarı Harekatı Suriye'nin en istikrarlı ve barışçıl köşesini alt üst etti ve Kürtlerin bağımsız olmasa da özerk varoluş umutlarını zayıflatmış gibi görünen bir "Suriye Kürdistanı için kapışmayı" başlattı.

AMERİKA TÜRKİYE’Yİ TERCİH ETTİ

Görünüşte, Başkan Trump'ın geri çekilme kararı, seçim kampanyasında, denizaşırı ülkelerde konuşlanmış yaklaşık 200 bin ABD askeri personelini önemli ölçüde azaltma vaadi göz önüne alındığında, sürpriz olmamalıydı. Kuzey Suriye'deki yaklaşık 2 bin asker bu sayının çok küçük bir kısmıydı.

Bu güç ağırlıklı olarak müttefik Kürt milislerin eğitiminde yer aldı. Rojava'nın karayla çevrili konumu onu kendisini çevreleyen yerel güçlere (Türkiye, Irak ve Suriye) tutsak kıldığı ve savunmasını büyük ölçekli dış desteğe bağımlı hale getirdiğinden bu gücün askeri açıdan önemi çok azdı.

Son zamanlarda IŞİD karşıtı işbirlikçileri Kürtleri desteklemek ile uzun süredir NATO müttefiki Türkiye'yi desteklemek arasında gidip gelen Trump yönetimi ikincisini tercih etti. Seçim vaadini yerine getirmeye hevesli olan Başkan, IŞİD'in "başkenti" Rakka'nın YPG milislerine düşmesinin ardından Ekim 2017'de Suriye'den çekilme kararını uygulamaya hazırdı.

Ancak PYD yönetiminin üst düzey üyeleri tarafından bu kararından caydırıldı. John Bolton'un Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak atanması ve Mike Pompeo'nun Dışişleri Bakanı olarak atanmasının ardından sonraki aylarda çekilme fikrine muhalefet yoğunlaştı.

Her iki isim de Suriye Kürtlerine verilen desteği, İran’ın sınırından Akdeniz'e bir kara koridoru kurma çabalarını engellemek açısından önemli görüyordu. Ayrıca İran’ın  müttefiki Esad rejimine, petrol ve buğdayı gelirinin mahrum bırakılmasının Tahran'a karşı "azami baskı" stratejisi ile uyumlu olduğunu düşünüyorlardı.

Ancak bu görüş, Türkiye'nin güney sınırında doğmakta olan Kürt varlığına duyduğu kızgınlığın yoğunluğunu kavramakta başarısız oldu. Ankara'nın on yıllardır Türk hükümetiyle savaşan PKK'nin Suriye'deki uzantısı olarak gördüğü PYD tarafından yönetilen özerk Rojava varlığının Türkiye’deki huzursuz Kürtleri daha da radikalleştirmesinden korkuyorlardı.

Bu nedenle, kuzey Suriye'ye tekrarlanan saldırılara ve batıda Afrin'den başlayan 450 kilometre uzunluğunda bir tampon bölge ("barış koridoru" olarak adlandırıldı) kurma kararlılıklarına tanık olundu. Bu koridor daha sonra bu bölgedeki etnik Kürtleri kademeli olarak yerinden edecek olan Sünni Arap yerleşimcilere açılacaktı.

Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin ile zaman zaman flörtleşecek kadar ileri giderek, Kürt endişelerinin derinliğini Washington'a defalarca işaret ederken, hem Obama hem de Trump yönetimleri, Kürtlere dayanan askeri güvenlerini Türkiye’nin kaygılarıyla uzlaştıran tutarlı bir politika benimsemede başarısız oldular.

Konu Ağustos 2016'da, Dışişleri Bakanı John Kerry'nin vaatlerinin aksine Kürt YPG güçlerinin birkaç ay önce IŞİD'den aldıkları kuzeydoğudaki önemli Menbiç kentini terk edememesiyle doruk noktasına ulaştı. Bu, Fırat Kalkanı Harekatı kapsamında Suriye'yi işgal eden Kürt milisler ile Türk güçleri arasında çatışmalara neden oldu (Ağustos 2016-Mart 2017).

MENBİÇ KRİZİ VE SONUÇLARI

Sonuçta hızla bir ateşkese ulaşılırken, Trump yönetimi selefinin PYD/YPG ile yakın ilişkisini sürdürdü hatta Rakka saldırısı öncesinde Kürt milislerini güçlendirdi.

Bu koşullar altında, Erdoğan'ın Washington'un bu mesafeli tutumunu, Menbiç’in statükosunu değiştirmek amacıyla kuzey Suriye'ye bir başka büyük ölçekli Türk harekâtına yapmasına yeşil bir ışık olarak yorumlaması pek şaşırtıcı değildi. Bu çaba, Haziran 2018'de, ABD-Türkiye işbirliği yoluyla IŞİD'in dönüşüne karşı korunması kaydıyla Kürt güçlerin şehirden çekilmesini öngören "Menbiç yol haritası" ile sonuçlandı.

Yol haritası Münbiç'in Kürt Demokratik Birlik Partisi'nin denetimini sona erdirmediği için Ankara, Rojava Kürt özerkliğinin algılanan güçlendirilmesini engellemesi için Washington'a baskı yapmaya devam etti.

Bu çabalar, 18 Aralık 2018'de, Trump'ın Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesinde ABD güçlerini Suriye'nin kuzeyinden çekmeyi kabul ettiği bildirildiğinde, meyvesini vermiş gibi görünüyordu. Trump, ertesi gün Twitter'da "Suriye'de IŞİD'i yendik, Trump başkanlığı sırasında orada bulunmamın tek nedeniydi" açıklaması yaptı.

Tıpkı Ekim 2017'de olduğu gibi, başkanın geri çekilme kararı danışmanlarını şaşırttı ve önceki örnekte olduğu gibi, Suriye'deki ABD varlığını birkaç yüz askere indirmesine engel olamasalar da onu tamamen çekilmeden caydırmayı başardılar. Bu alınabilecek en kötü karardı veSavunma Bakanı James Mattis'in öfkeli istifasına yol açtı.

Bu karar, seyreltilmiş ABD varlığının Ankara ile duvarları onarmadan Türk ve/veya IŞİD saldırganlığına davetiye çıkaracağından korkan Kürtleri Washington’a yabancılaştırdı.

Rusya-Ukrayna sınırında büyük bir krizin ortaya çıktığı bir dönemde alınan bu çekilme kararı, Washington'un uzun süredir devam eden gerilimde Türk müttefikini ABD-Kürt ortaklığına tercih ettiğini gösteriyordu. ABD'nin Suriye özel temsilcisi James Jeffrey'in bir Senato oturumunda söylediği gibi, Washington'un Suriyeli Kürtlerle ilişkisi her zaman "geçici, taktik ve işlemsel" olmuştur ve yönetim hiçbir koşulda Türkiye'den "süresiz koruma" garantisi sunmamıştır.

Geri çekilme kararı, Trump'ın seçim vaatleri ve "Önce Amerika" yaklaşımı göz önüne alındığında an meselesi gibi görünse de, zamanlaması, planlamasının olmaması ve uygulama şekli tam bir kaos yarattı. Türk ordusu ve vekili Suriye Ulusal Ordusu tarafından işlenen savaş suçlarının yanı sıra binlerce Kürt'ün yerinden edildiğine dair haberler yayılırken, uluslararası bir medya tepkisi geldi.

KRİZİN EN BÜYÜK KAZANANI RUSYA

Bazı Avrupa Birliği ve NATO üyeleri Türkiye'ye silah ambargosu uyguladı ve ABD yönetimi kongre baskısına yenik düştü ve Ankara'ya karşı küçük yaptırımlar kararlaştırdı. 16 Ekim'de Trump, itibarını kurtarmak için umutsuzca Erdoğan'a yazdığı "sert adam olma" mektubunu sızdırdı ve ertesi gün Erdoğan ve Başkan Yardımcısı Mike Pence altı saatlik ortak bir toplantıyı ateşkes ilanıyla sonlandırdı.

Bunun gerçek bir anlaşmadan çok itibar kurtarma çabası olduğu, ateşkesin 22 Ekim'de, Erdoğan'ın Soçi'de ABD'nin yokluğunda Rojava üzerinde bir anlaşmayı kabul etmek için Putin ile bir araya geldiği gün sona ermesiyle kanıtlandı. Bu anlaşma Türkiye'ye Tel Abyad yerleşim bölgesinin verilmesini ve Kamışlı ile Kobani arasında ortak Türk-Rus askeri devriyelerinin düzenlenmesini ön koşuyordu. Ankara uzun zamandır hedef aldığı iki değerli şehri Minbic ve Kobani'yi kazanamamışken, Kürtler Kamışlı ve Kobani'den 20 kilometre genişliğindeki bir bölgenin arkasına çekilmek zorunda kaldılar.

Trump sonunda içeriden gelen baskılara yenik düştü ve ABD birliklerini kuzey Suriye'de tuttu ve onları stratejik Deyrizor petrol sahasının yakınında yeniden konuşlandırdı.

Ancak Moskova, Türkiye işgalinin ana kazanıcısı olarak ortaya çıktı. Washington'un zedelenmiş bölgesel güvenilirliğinden ve NATO içindeki ayrılıktan yararlanan Putin, kendisini Esad ile Kürtler arasında olduğu kadar Esad ile Erdoğan arasında da arabulucu olarak konumlandırdı. Rusya'nın etkisini Fırat Nehri'nin doğusunda, o zamana kadar ABD etki bölgesinde bulunan bölgelere genişletti.

Ayrıca, son durumu Suriye iç savaşının çözümüne ilişkin bir Rus-Türk-İran diyaloğunu resmileştirmek için Ocak 2017'de kurulan ve Nisan 2020'de üçlü bir toplantı düzenleyen "Astana forumu" çerçevesinde Moskova'nın gündemini desteklemek için kullandı.

Son olarak Kremlin, Ankara ile yeni kurulan bağlarını pekiştirmek için de harekattan yararlandı. NATO ve Washington’ın yoğun uyarılarına rağmen Türkiye'ye gelişmiş S-400 hava savunma sistemini sattı ve Ankara'ya planlanan F-35 savaş uçağı satışını da askıya aldırdı.

ESAD’IN DA ELİ GÜÇLENDİ

Barış Pınarı Harekatı'nın bir diğer açık kazanını da Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad oldu. Sadece ülkesinin kuzey kesiminde müstakbel bir bağımsız Kürt varlığına dair kabus senaryosundan kurtulmakla kalmadı, aynı zamanda bir gecede Kürt azınlığın gözünde bir tirandan bir kurtarıcıya dönüştü.

Suriye rejimi, Kürtler işgalci Türklere karşı korunma arayışındayken, Arap çoğunluklu stratejik iki şehir olan Münbiç ve Takba'nın yanı sıra Fırat'ın doğusundaki M4 Otoyolu'nu tek bir kurşun atmadan geri aldı.

İŞİD bile kuzeydoğu Suriye'deki kaostan yararlandı. İslamcı terör grubu, Kasım 2017'deki talihsiz Kürt ayrılıkçı referandumunun yarattığı anarşiyi kuzey Irak'ta toparlanmak için nasıl kullandıysa, Suriye'deki kaotik durumu da son başarısızlıklarından kurtulmak için kullandı.

İşgal, Fırat boyunca ABD destekli Kürtlerin IŞİD karşıtı kampanyasını kesintiye uğrattı ve çok sayıda tutuklu IŞİD teröristinin ve sempatizanının Kürt esir kamplarından (özellikle 7o binden fazla mahkûmun bulunduğu El Hol kampından) kaçmasına imkan verdi. IŞİD lideri Ebubekir Bağdadi'nin Ekim 2019'da öldürülmesi bile örgütün Suriye'deki toparlanmasını engellemedi.

Türkiye kendi adına, terörle mücadele kisvesi altında komşusunun içişlerine müdahale etmek için etkin bir meşrulaştırarak bir kısım toprağı ele geçirdi ve bir dizi önemli kazanım elde etti. Bu kazanımlar Erdoğan'ın iç prestijini ve siyasi nüfuzunu artırırken, kalıcı olmaması ihtimali de var.

Ankara'nın güvenlik bölgesini denetlemedeki ortağı Moskova, Erdoğan'ın Afrin'de yaptığı gibi Rojava'yı da etnik olarak temizleme girişimini engellemekle kalmayabilir, aynı zamanda Erdoğan'a yeni işgal edilen bölgeleri Suriye'ye geri vermesi için baskı yapabilir.

KÜRTLER GELİŞMELERİN KAYBEDENİ OLDU

Suriye Kürtleri, özellikle PYD/YPG, Türk işgalinin açık kaybedenleriydi. ABD'li ortakları tarafından terk edildiklerinden, bağımsız bir varlık hayallerini rafa kaldırmaları (en azından öngörülebilir gelecek için) ve Moskova'nın arabuluculuk yapmaktan çok mutlu olduğu eski diktatörleri Esad rejimi ile geçici bir ittifak imzalamaları gerekti.

Barış Pınarı Harekatı PYD/YPG için bir uyanış çağrısıydı. Yine de, Trump yönetiminin işgale açık bir şekilde rıza göstermesi, ABD-Türkiye ilişkilerinde, Senato'nun Ermeni soykırımını tanımasının ve Türkiye'ye karşı ek yaptırımların yasalaşmasını önleyemedi ve ilişkilerde bir iyileşmeye yol açmadı.

Ancak bu kötüleşme ABD'nin Rojava özerk bölgesine verdiği desteği de geri getirmedi. Avrupalılar, göçmen dalgalarını başlarının üzerinde bir Demokles Kılıcı olarak kıtaya salan Erdoğan'ı yabancılaştırma korkusuyla Washington'un bıraktığı boşluğu doldurmak için mücadeleye girmediler.

NATO liderlerinin örgütün yetmişinci yıldönümü vesilesiyle Aralık 2019'daki özel toplantısı, Türkiye cumhurbaşkanının YPG'nin terör örgütü olarak belirlenmesi talebini görmezden gelirken, kuşatılmış Kürtlere de herhangi bir yardım teklifinde bulunmadı.

Elbette, Trürkiye-Rusya işbirliği sorunsuz değildi. Yine de Putin ve Erdoğan'ın ABD'nin Suriye'deki geri çekilmesinden yararlanma arzusu, Aralık 2019'un ortalarında kuzeybatıdaki İdlib ilinde başlatılan Suriye saldırısı sırasında yaşanan krizi atlatmasını sağladı.

İran kara kuvvetleri ve Rus hava desteği tarafından desteklenen saldırı, rejim karşıtı isyancıların ve terörist grupların sert direnişi karşısında önemli kazanımlar elde etmeyi başardı ve yüz binlerce dehşete düşmüş sivili kuzeye doğru evlerinden kaçmaya zorladı.

Çok sayıda Türk askerinin öldürülmesine öfkelenen ve topraklarına gelen mülteci akınını engellemeye kararlı olan Ankara, Şubat 2020'nin başlarında, ilk kez Esad rejiminin silahlı kuvvetlerine yönelik olan Bahar Kalkanı Operasyonunu başlattı.

Ancak bu gelişme Putin'in Türkiye-Suriye yakınlaşmasına aracılık etme girişimini kesintiye uğratıp Türk-Rus çatışmaları hayaletini uyandırırken, Erdoğan'ın bilinçli olarak böyle bir çatışmadan kaçınma çabası (27 Şubat'ta bir Rus hava saldırısında 37 Türk askerinin öldürülmesine rağmen) iki liderin 5 Mart 2020'de ateşkes anlaşmasına varmasına izin verdi ve bu da İdlib'deki şiddet seviyesini önemli ölçüde azalttı.

MOSKOVA’NIN SURİYE’DE ÜSTÜNLÜĞÜ ARTTI

Moskova'nın Suriye'deki artan üstünlüğünü yansıtan ateşkes, Esad'ın en son toprak kazanımlarını, özellikle de M5 otoyolunun kuzey kısmının yeniden ele geçirilmesini sağladı. Böylece 2012’den bu yana ilk kez Suriye'nin Ürdün sınırını birbirine bağlayan en önemli ulaşım arterinde rejimin kontrolünü yeniden tesis etti. Ateşkes, Türk işgali altındaki Suriye'nin güney sınırlarını belirleyen doğu-batı M4 karayolu boyunca ortak Rus-Türk devriyelerini yeniden başlattı ve Ankara'ya cihatçıları silahsızlandırma ve dağıtma görevi verdi.

İdlib'deki çatışma, Suriyeli Kürtlerin içinde bulunduğu zor durumun bir kez daha altını çizdi. Bir yandan Kürt Demokratik Birlik Partisi'ne, muğlak özerklik vaatleri karşılığında Şam ve Moskova tarafından İdlib saldırısına katılması için baskı yapıldı.

Öte yandan, da Washington tarafından rakip Kürt fraksiyonları birleştirmeye ve onlarla Türk hükümeti arasında bir yakınlaşmaya aracılık etme baskılarına yol açtı.

Yine de, ilk çaba Haziran 2020'nin ortalarında Kürtler arası birlik anlaşmasıyla sonuçlansa da ikinci hedef, Ankara'nın PYD ile herhangi bir diyalog başlatma konusunda isteksiz kalması nedeniyle ulaşılamaz oldu. Bu pozisyonun kesinlikle farkında olan ve ABD'nin desteğini sağlamaya hevesli olan PYD, Temmuz 2020'de özel bir Amerikan petrol şirketi olan Delta Crescent Energy LLC ile kontrolü altındaki petrol sahalarının işletilmesi için bir anlaşma imzaladı ve bu anlaşma Türkiye, Rusya, İran ve Suriye tarafından derhal kınandı.

BÜYÜK GÜÇLER KÜRTLERE HEP İHANET ETTİ

Kuzey Suriye'de (ve bu konuda Irak'ta) özerk veya yarı bağımsız bir Kürt varlığı, en azından 2010'ların başındaki Arap türbülansından bu yana Washington'un çıkarına olmuştur. Hem Sünni (El Kaide, IŞİD ve benzerleri) hem de Şii (İran İslam Cumhuriyeti, Hizbullah) biçimlerinde militan İslam’a karşı bir tampon olarak Kürtlerin varlığı önemli.

Atatürk’le varılan anlaşma sonucu 1. Dünya Savaşı öncesi Kürtlere verilen bağımsızlık sözünden vazgeçilmesinden, 1975 yılında Kürtlerin Baas Rejimi eline bırakılmasına ve Türkiye’nin Kürtlere yaptığı baskıların görmezden gelinmesine kadar uzanan süreçte Kürtler hep ihanete uğradı. Obama ve Trump yönetimleri Kürtleri İŞİD’e karşı kullandı ve İŞİD tehdidi ortadan kalkınca da Ankara’ya sattı.

Biden yönetiminin bu politikayı sürdürüp sürdürmeyeceği ve bunun yerine son on yılda ABD-Kürt ilişkilerine verilen zararı gidermeye çalışıp çalışmayacağını göreceğiz.