İklim değişikliği ve teknolojik sıçrama küresel sistemde üretim ve tüketim modellerini değişime zorluyor. Bu küresel koşullarda kendi kadim sorunlarını çözememiş ve daha da derinleştirmiş olan Türkiye, hem çağ değişiminin hem güncel küresel bölüşüm kavgasının sahnesi ve öznesi durumundu.

Bu durum kimliklere sıkışmaya neden oldu ancak derinleşen ekonomik kriz sınıfsal çelişkileri ön plana çıkarıyor. Muhafazakâr-seküler-Kürt şeklindeki üç Türkiye şimdi yoksulluk ve adaletsizlik ekseninde yeniden şekilleniyor.

Özetlemeye çalıştığımız bu tespitler Bekir Ağırdır’a ait. Ağırdır, Gazete Oksijen’de yazdığı “Ay’ın karanlık yüzünden çıkmak” başlıklı yazısında yer veriyor bu değerlendirmelere.

Ağırdır, bu halden kurtulmanın tek yolunun demokrasiyi yeniden inşa etmek olduğunu söylüyor. Ve şu uyarıyı yapıyor: “Yüz yıllık deneyimden sonra artık şunu öğrenmiş olmamız gerek, yeniyi oluşturma süreçlerine dahil etmediğimiz her kültürel kimliğin, ekonomik sınıfın sorunları, o yeniyi inşa etmenin önündeki en büyük zihni bariyerdir.”

Bekir Ağırdır’ın yazısı şöyle:

İklim değişikliği başta olmak üzere teknolojik sıçramanın ürettiği büyük dip dalgalar insanlığın bugüne kadar geliştirdiği tüm yaşam, üretim, tüketim modellerini değişime zorluyor. Dünya, yeni çağın kurum ve kurallarını üretemediği gibi tüm enerjisini yaşanan küresel ölçekli egemenlik ve bölüşüm kavgalarına harcıyor. Yalnızca pandemi ve eşlik eden ekonomik krizin tetiklemesiyle, doğal gazdan kömür ya da emtia fiyatlarına, konteyner krizinden çip krizine her gün yeni bir mesele karşımıza çıkıyor.

Dünya ve yaşanan hayat artık aritmik bir örüntüyle gelişiyor, belirsizlik ve karmaşıklık kalıcılaşıyor. Bir bakıma kovanın çalkalanmaya devam etmesi ve her çalkalanmada bir miktar suyun kovanın dışına düşmesi gibi bir ritim bozukluğu esas artık.

Bu hikâyeye yeni cevap arayışları genellikle farklı ülkelerde farklı itiraz örgütlenmelerinden gelişiyor. Ama henüz ülkelerindeki gidişatı bir ölçüde etkileyebilseler de değiştirmeyi başaran bir itiraz hareketi yok. 

Küresel gidişat riskler de fırsatlar da üretiyor.

Türkiye’nin riski de fırsatları da bu belirsizliği daha yoğun yaşayan bir ülke olmasından kaynaklanıyor. 

Hem çağ değişiminin hem güncel küresel bölüşüm kavgasının sahnesi ve öznesi Türkiye. Aynı zamanda kendi kadim problemlerinin en zirveye çıktığı noktada. Daha bir önceki çağın, sanayi toplumu olabilmenin eğitim, hukuk, laiklik gibi temel kurum ve kurallarında bile oldukça yoğun problemler yaşarken gelen çağın, bilgi toplumu olabilmenin, demokratikleşme ve küreselleşme problemleriyle boğuşuyor. Daha da vahimi tüm bu karmaşık süreçleri ortak ufuk olmadan, yönetme gücünü tümüyle partizanlığa, keyfiliğe ve merkeziyetçiliğe kullanan bir iktidarla yaşıyoruz. 

Son kırk yıldır Kürt meselesi ve laiklik başta olmak üzere hiçbir temel meselemizi çözemedik. Süreklilik kazanmış sorunlar hem devletle toplum arasındaki zoraki bile olsa mutabakatı hem de toplumun iç mutabakatını bozdu. Ortak ufku, devlete ve birbirimize olan güveni kaybettik. 

Kürt meselesi ve laiklik etrafındaki kırılmalar yeni gündelik hayatın ritminden, metropolleşmekten de beslenerek kimliklere sıkışmayı doğurdu. Süreç giderek önce siyasal kutuplaşmayı sonra da kültürel kimliklere sıkışmayı, daha sonra da hayat tarzı ve kimlikler arası kutuplaşmaları üretti. 

Seçim de ittifaklar da kimlikler üzerinden yürümemeli.

Yaşanan küresel belirsizlik ortamında yaklaşan seçimler toplumsal sıkışmalar ve sorunlar nedeniyle kimin iktidar olacağından çok daha öte anlam üretiyor. 

Aynı zamanda yaşanan ve giderek her gün daha da derinleşen ekonomik buhran, enflasyon ve işsizlik gibi her bir haneye değen gerçek dertler adaletsizliği ve yoksulluğu kalıcılaştırıyor. Yaygınlaşan, kalıcılaşma eğilimine giren adaletsizlik ve yoksulluk bir dönem pırıltısını kültürel kimliklere kaptıran sınıfsal çelişkileri yeniden öne çıkarıyor.

Artık bir işçi Kürt kimliği kadar emekçi ve yoksul oluşundan, seküler bir bilgisayarcı laik dürtüleri kadar sosyal güvencesiz ve işsiz oluşundan hareket ediyor. Yoksulluğa, işsizliğe, adaletsizliğe çaresizlik ve umutsuzluk eşlik ediyor.

Muhafazakâr-seküler-Kürt şeklindeki üç Türkiye şimdi yoksulluk ve adaletsizlik ekseninde yeniden şekilleniyor.  

Toplum bildiğini, becerebildiğini yapıyor, “ferman padişahınsa dağlar bizimdir” diyor. Çatışma çıkarmıyor, toplumsal bellek birbiriyle çatışmamasını hele devletle hiç çatışmamasını söylüyor. Ama gidişata, kurumlara, kurallara, ortak ufka inanmıyorsa ortak hayata dahil olmuyor, kabuğuna çekiliyor. Ortak hayat ve ortak sorunlar için arzu ve gayret eksiliyor. Endişe ve kaygı ortamında kendi bireysel meselesine odaklanıyor. Giderek bencilleşiyor, lümpenleşiyor, Recep İvedikleşiyor. 

Ortak ufka, heyecana, başarıya ihtiyaç var.

Toplumun yeniden ortak ufka bakmasını sağlamak, yeni bir umut inşa etmek için toplumu inandırmak gerek. Endişeli modernleri de endişeli muhafazakarları da endişeli Kürtleri de ancak yeni bir ortak ufka inanç, o ortak gelecekte kendilerinin de var olacağına dair güven endişelerinden kurtarabilir.  

Tüm bunlar yeni bir Cumhurbaşkanı ima etmiyor. Tüm bunlar yeni bir zihniyetin geliştirilmesine, devletin ve yönetimin yeniden kurum ve kurallarıyla inşa edilmesi gerekliliğine işaret ediyor. Üç Türkiye’nin de kendini var hissettiği, sosyal devletin yeniden kurgulandığı, eğitimin, laikliğin, yargının yeniden toplumsal uzlaşmalar üretilerek inşa edildiği bir onarım süreci… İklim değişikliğine uyumu da toplumsal barışı da gelir adaletini de oluşturmayı hedefleyen yeni bir ekonomik program… 

Tam da bu nedenlerle seçimlere gidilirken oluşacak ittifaklar yalnızca seçim ve siyaset mühendisliğinden ibaret olamaz. Amaç en çok harfin bir araya getirilip art arda sıralandığı ittifak olmak değil, amaç en kapsamlı kimlikler ve aynı zamanda en kapsamlı mağdur sınıflar ittifakını oluşturabilmek olmalı. Yani yalnızca bir tarafın endişelerini ya da kimliklerine duyarlılığı esas almak yerine adaleti, eşitliği, özgürlükleri ana ilke kabul etmek gerek. 

Yalnızca seçim sandığı değil öncesi ve sonrası süreçler meseleleri çözecek.

Elbette tüm dertler bir anda çözülmeyecek, kutuplaşmalar, kimliklere sıkışmalar, sınıflar arası adaletsizlikler seçim sabahı bitmeyecek. Ama muhalefet partilerinin kamuoyuna açık sürdürecekleri yeni bir Türkiye hayalinin, ütopyasının, iddiasının oluşturulması tartışmalarına her kimlik kadar mağdur her sınıf ve kesimin katılması, yeni bir toplumsal barış sürecinin başlama fırsatını üretebilir. Parlamentoda oluşturulamayan müzakere süreçleri sivil platformlarda bugünden çalıştırılabilir. Bu tartışma, ilişki ve diyalog platformları aynı zamanda yeşil hareket, kadın hareketi gibi bilindik parti örgütlenmelerinden bağımsız hareketlerin enerjisini de sivil örgütlerin bilgi ve gayretini de sürece katmasını sağlayabilir. Ancak böylesi bir süreç yalnızca endişeli muhafazakarları ürkütmeyelim duyarlılığını değil her kimliğin, her sınıfsal farklılığın ve her sivil hareketin ister Türk ister Kürt, ister sağ ister sol olsun ortak geleceği inşa sürecine katılımına imkan tanıyabilir.

Yoksa bugün tartışılan altı partili, Kürtlerin, sol fikriyatın, yeşil ve kadın hareketlerinin dahil olmadığı muhalefet ittifakı bir bakıma geleneksel merkez sağın yeniden inşası sonucuna varır. O yeni merkez sağ da iktidar olsa bile yeni bir geleceği inşa edemez. Bu ülke geleneksel merkez sağ iktidarlarla da bir kimliği esas alan iktidarlarla da sorunların çözülemediğini yeterince yıl gördü.  

Bugünkü sorunların çözümü ve küresel fırsat gerçek bir demokrasiyi inşa edebilmemiz, yaşam biçimi haline dönüştürebilmemizle mümkün olacak. Bunun da yolu merkez sağ-merkez sol gibi geride kalmış, ezberlenmiş modellerle değil gerçek bir demokrasi hamlesiyle olabilir. 

Böyle bir hamle önce partilerin hedef durum ile o hedef durumdaki kendi pozisyon tercihlerini ayırabilecekleri bir zihni değişimden başlıyor. Sağ veya sol, Türk veya Kürt herkes önce hedef durum olarak demokrasiyi inşa etmeyi, bir arada onurlu yaşamın ortak ilkelerini savunmayı öncelemek, kendi kimliğini, ideolojisini o hedef durumdaki siyasi pozisyonu için erteleyerek düşünmeye başlamak zorunda. Yani muhalefet partileri ve toplumsal muhalefetin her aktörü ve hareketi kimliklerinden değil meseleler üzerinden düşünmeyi ve tartışmayı kabul etmek zorunda. 

Ancak bu kabul ile oluşturulacak, açık ve şeffaf tartışma, ilişki ve diyalog süreçleri yeni bir umudu, ortak ufka inancı oluşturabilir. Ancak o zaman seçimlerde devleti, yönetim sistemini, yargıyı yeniden yapılandıracak güçler ayrılığını, denge denetleme mekanizmalarını yeniden kuracak siyasal güç kazanılabilir.  

Bugün partilerin kendi tabanlarını kaybedecekleri korkusuyla oluşturdukları siyasi ve zihni bariyerler ancak böyle bir yeni siyaset zemini ve anlayışıyla aşılabilir. Partiler o durumda tabanlarına şirin gözükmek çabasıyla popülist bariyerlerin ardında pozisyon alacaklarına, tabanlarını da dönüştürecek gerçek bir siyasi güce ve maharete ulaşabilirler.

Ortak hayallerin peşinden gitmek gerekiyor.

Tüm bu tezler çok hayalci gelebilir sizlere belki. Ama bir gerçek var, Türkiye yalnızca yeni bir lider aramıyor. Karşı karşıya olduğumuz riskler, varlığını tanımaktan, mağduriyetini görmekten, sorunlarını çözmekten kaçındığımız her bir kültürel ve sınıfsal kümenin ve meselenin kendi ürettiği siyasal ve toplumsal riskler nedeniyle daha da ağırlaşacak. Gerçek beka sorunu da budur.

Yüzyıllık deneyimden sonra artık şunu öğrenmiş olmamız gerekiyor, yeniyi oluşturma süreçlerine dahil etmediğimiz her kültürel kimliğin, ekonomik sınıfın sorunları o yeniyi inşa etmenin önündeki en büyük zihni bariyeri oluşturuyor. 

Bu sorunları çözmenin tek bir yolu da siyaset marifetiyle toplumsal uzlaşmalar üretmek, ortak ufka inancı, ortak yaşama iradesini yükseltmekten geçiyor. 

Demem o ki, meselemiz bu seçim sürecini hatta ittifakları oluşturma sürecinin bizatihi kendisini ortak ufku inşa etmek için kullanabiliriz, kullanmalıyız da. Çünkü bu memleketin insanları hangi kimlikten, inançtan, sınıftan, hayat tarzından, yaştan, cinsiyetten olursa olsunlar bunu hak ediyorlar. 

Başlıktaki ayın karanlık yüzünden çıkmak metaforu da Apollo 13’ün aya başarısız yolculuğuna dair hikayeden ve bu hikayenin filminden esinlenme. Apollo 13 üçüncü insanlı Ay yolculuğunun uzay aracıydı. Ay’a yolculuk başladıktan iki gün sonra Apollo uzay aracında meydana gelen bir patlama sonucu hizmet modülünün oksijen stokları yitirildi ve enerji kesintisi yaşandı. Astronotlar Ay Örümceği’ni bir “cankurtaran sandalı” olarak kullandı. Patlamada komuta modülü sistemleri sağlam kalmıştı, fakat enerji sarfiyatını önlemek için Dünya atmosferine girmeden kısa bir süre önceye kadar kapalı tutuldular. Astronotlar Ay’a inemedi, üstelik düşük sıcaklığa, susuzluğa ve enerji yokluğuna dayanmak zorunda kaldılar. Ay’ın karanlık yüzünden yeniden dünyaya doğru hareketi ve bu hareket için gereken enerjiyi sağlayabilmek için yeryüzündeki yüzlerce NASA çalışanının hesaplamaları ve geliştirmeleriyle, Ay Örümceği’nin içindeki parçalardan yeni tuhaf görünümlü modüller üreterek, kalan küçücük enerjiyi yeni bir hareket için kullanmayı başardılar. Uzaya sekmekten kurtulup, dünyaya doğru hareketi başardılar ve dönebildiler.  

Şimdi bize belki de böyle bir hikâye lazım. Kendi insanımıza, kendi imkân ve kabiliyetimize güvenen ve küresel bir fırsatı yakalamayı hedefleyen yeni bir iddiaya öncülük edecek yeni bir siyaset anlayışı ve seçim stratejisi lazım.