Adil yargılanma taebiyle başlattığı ölüm orucunda yaşamını yitiren avukat Ebru Timtik’in yaşamını yitirmesinin ardından sosyal medya hesaplarını bir süreliğine kapatan bağımsız milletvekili Ahmet Şık, sosyal medyadaki adalet arayışını değerlendirdi. Şık’a göre sokağa yansımayan tepkiler aynı zamanda sosyal medyadaki gündemler kadar kalıcı hal geliyor.

Duvar’a konuşan Şık seçim gündemi, muhalefetin sosyal medyada görünür olup, sokakta olamaması konuları hakkında konuştu.

‘BARİKAT SOKAĞI KAPATIR, YOLU AÇAR’

Sosyal medya hesabını neden kapattığı sorusunu yönelten İrfan Aktan’a konuşan Şık, “Avukat Ebru Timtik’in öldüğü gece, tıpkı daha önceki ölümlerde olduğu gibi sanal dünyada yine aynı sözcüklerle ve aynı cümlelerle karşılaşıp reel hayatta ise bunca yalnız olmamıza öfkelenerek hesabı bir süreliğine askıya aldım. Muhaliflerin seçim sandığına hapsedilmesi ve sosyal medyanın linç şehveti peşindeki rehineleri haline gelmesi nedeniyle yaptım bunu. Bu dediğimden sosyal medyayı önemsiz ya da etkisiz bulduğum anlamı çıkarılmasını istemem. Ancak Saray faşizmi ile bu şekilde hesaplaşmanın mümkün olmadığını düşünüyorum” dedi.

İktidarla nasıl hesaplaşılabilir sorusuna ise Ahmet Şık, “Temel hak ve özgürlüklerin her dönemde kolayca alaşağı edilebildiği, demokrasi fakiri ve medyasız bu ülkede devletten hakkın olanı alacağın, iktidara had bildireceğin ve sesini duyurabileceğin yerin tek adresi sokaktır. Bu ağır koşullara rağmen bir avuç insanın sokakta yürütmeye çalıştığı hak mücadelesine dâhil olmak yerine Twitter’dan, Facebook’tan vicdan rahatlatmak çok rahatsız edici. Sosyal medyada esip gürleyen binlerce insan varken bunun sokağa hiçbir şekilde yansımaması, tepkilerin kuvveden fiile dönüşmemesi garip değil mi? 1968’de Fransa’daki protestolardan kalma çok güzel bir slogan var: “Barikat sokağı kapatır, yolu açar.” Bu slogan bir hayat bilgisine dayanıyor ve bizde bu bilgi var. Barikatın Twitter’dan, Facebook’tan kurulamadığını gördük” cevabını verdi.

'REJİMİ KORKUTAN TEK GÜÇ KADINLAR'

İktidarın sokağa yönelik baskısının sosyal medyayı nefes alınabilecek bir mecra hale gelmesinin olağan olup olmadığına dair soruya ise Şık, “En tepedeki dahil hepsi korku içinde. Hangi suçlara karıştıklarını ve bunun hukuki karşılığının ne olduğunu çok iyi biliyorlar. “Yapıyorlar, çünkü yapabiliyorlar” tespiti, iktidarın gücünü değil bizim güçsüzlüğümüzü, ya da sahip olduğumuz gücü gösteremediğimizi anlatıyor aslında. Ancak, bizi sokağa çıkarmaktan alıkoyan her ne ise, biz sokağa çıkıp demokratik haklarımızı talep etmediğimiz sürece bize çok daha ağırını yaşatıyor, yaşatacak. İnsanların vazgeçemediği konforları var. Ama bilmeliler ki, gasp edilen haklarına itiraz etmedikleri sürece, şimdi sahip olduklarını sandıkları o konforları da peyderpey ellerinden alınacak. Çünkü sessizlik, korku iklimini besleyen en etkili zehir. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru ve güçlü sesi çıkarmanın panzehir olduğunun da kanıtı var; kadınlar. Gezi isyanından bu yana, rejimi korkutan tek güç kadınlar. Ülkeyi bir faşist cuntaya teslim eden ve ardından herkesin sindiği ya da iktidarın çizdiği hatta hizalanmakta tereddüt etmediği bir karanlık dönemin başlangıcı olan 15 Temmuz kalkışmasından bu yana sokaklarda hakkının peşinde olan tek güç kadın hareketi. Sadece İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırıya bile öylesine kuvvetli bir direnç gösterildi ki, iktidar frene basmak zorunda kaldı. Dolayısıyla Türkiye muhalefetinin, etki değerlendirmesi yapması için önünde böylesi somut, güncel bir örnek var” yorumunu yaptı.

‘SIKIŞTIĞIMIZI ANLAMANIN VAKTİ GELDİ’

Şık ve Aktan arasında gerçekleşen söyleşinin devamında ise aşağıdaki ifadeler yer aldı: 

Yani sizce muhalif insanlar, sizin yaptığınız gibi sosyal medyayı askıya mı almalı?

Elbette hayır. Zaten haddim de değil bunu söylemek. İnternet çağına doğmuş genç arkadaşların sosyal medya mecrasını çok önemsemelerini anlıyorum. Oradan yapılan faaliyetlerin hayatlarında kapladığı yerin de farkındayım. Ama buradan bırakın bir devrim yapmayı, iktidara had bildirmenin bile mümkün olmadığını görmek gerekiyor. Artık sosyal medyaya yayıldığımızı değil, sıkıştığımızı, muhalefeti etkisizleştirdiğini ya da iktidara rahatsızlık vermediğini anlamamızın vakti geldi.

‘ADALETİN ÖMRÜ, SOSYAL MEDYA GÜNDEMİNİN ÖMRÜ KADARDIR’

Ama pek çok insan için sosyal medya adaletin arandığı, yer yer bulunduğu bir alan…

Bakın, Batman’da intihara sürüklediği İpek Er’e tecavüz ettiğine dair ciddi kuşkular bulunan Uzman Çavuş Musa Orhan’ın tutuklanması konusunda günlerce sosyal medyada kampanya yapıldı. Herif tutuklandı da. Ve pek çok arkadaş bunu bir zafer olarak gördü. Fakat kısa süre sonra serbest bırakılınca da pek çok insan büyük bir yıkım yaşadı. Peki tutuklanması sosyal medya marifetiyle sağlandıysa, serbest bırakılması neyin eksikliğinin sonucu?

Sizce neyin?

Sokak ve sosyal medya birbirinin mütemmim cüzü olmak zorunda. Sosyal medyada bulunan adaletin ömrü, sosyal medya gündeminin ömrü kadardır. Kaldı ki, Türkiye’de toplam 12 milyon Twitter kullanıcısı var. Daha yaşlı kuşağın var olduğu Facebook kullanıcılarının sayısı ise 37 milyon. İktidar karşıtlarının, yanlılarının ve her iki tarafın trollerinin hesapları bu sayıya dâhil. Troller dışında kalan herkes bir körler sağırlar ilişkisi gibi sadece kendi mahallesi ile etkileşim içinde. Haliyle bu mecralardaki gündem belirleme mücadelesinde de muhalefet açık ara önde değil. Rejimin ve işbirlikçilerinin sübvanse ettiği on binlerce troll hesap var. Bunların hedef gösterdiği kullanıcılar saatler sonra kendilerini karakolda buluyor. Çünkü arkalarında bir iktidar gücü var. Peki muhaliflerin arkasında ciddi bir toplumsal güç var mı? Sosyal medya, sokağın gücü olduğu sürece bir güçtür. Aksi halde sadece birbirimizi takip edip oyaladığımız, vicdan rahatlattığımız, trollerle uğraşırken güç ve enerji kaybettiğimiz bir mecra oluyor.

‘BİNLERCE ‘BARIŞ ATAY YALNIZ DEĞİLDİR’ TWEET’İ ATILDI, AMA BARIŞ YALNIZDI’

Basit bir örnek vereyim. Musa Orhan’ı kollayan İçişleri Bakanı’na tepki gösterdiği için saldırıya uğrayan Barış Atay için iki gün boyunca “Barış Atay Yalnız Değildir” diye binlerce tweet atıldı. Fakat saldırıya uğradıktan sonra gittiğim hastanede Barış’ın yanında sadece TİP’li bir avuç arkadaşı vardı. Ertesi gün yaptığımız basın açıklamasına gelen insan da 250-300 kişiydi. Hani o on binlerce tweet’in sahipleri? Demek ki Barış yalnızmış. Demek ki “yalnız değildir” demek yetmiyor, yalnız bırakmamak da gerekiyor. Tıpkı Ebru Timtik’in ölümünden sonra Twitter’da esip gürleyen binlerce kişinin ertesi gün yapılan İstanbul Barosu önündeki açıklamaya ve cenaze törenine gelmemesinde olduğu gibi.

Siz milletvekilisiniz ve insanlar size, “tamam da siz tweet atmak dışında ne yapıyorsunuz”, “Meclis’te ne yapıyorsunuz” diye soruyor. Bu sorulara yanıtınız nedir?

Elbette bu soruyu yöneltmek hakları. Ancak paradoks şu ki, soruyu yöneltenlerin büyük kısmı aynı zamanda parlamentonun kadük ve işlevsiz bir yer olmasından da yakınanlar. Ki bunda da haklılar. Böyle bir Meclis aritmetiği ve mevzuatıyla parlamenter muhalefetin yaptığı ya da yapacağı zaten belli.

'SOKAK ÇOK GÜRÜLTÜLÜ DE, MECLİS Mİ SESSİZ?'

Meclis aritmetiği içinde parlamenter muhalefetin yaptığı nedir size göre?

Muhataplarımıza hak ettiklerini, hak ettikleri dilden söylemek. Üstelik onun da süre sınırı var. Meclis aritmetiği de ortada ve gelen yasa tasarıları karşısında sonucu değiştirmeyeceğini bildiğin “evet” ya da “hayır” oyunu kullanıyorsun. Eğer parlamenter muhalefet toplumsal muhalefetin sözcülüğünü üstlenemiyorsa, sözün taşıyıcılığını yapmıyorsa, insanların hesap sorma hakları elbette var. Sokak çok gürültülü de Meclis mi sessiz, hayır. Aslında bu şekilde ortaya çıkan linç ve şehvet toplumsal muhalefetin zayıflığının üzerini örtmeye yarayan bir kılıf.

Parlamenter muhalefetin olanakları kısıtlı, sokak kapalı, insanlar ne yapsın o zaman?

Parlamenter muhalefetin güçlenmesi, sokak muhalefetiyle paralel ilerlemesiyle mümkün. Bugün engellendik diye yarın aynı sokağa gitmezlik edemeyiz. Her gün inatla, inançla, kararlılıkla sokağa çıkmaz, demokratik hak taleplerini haykırmazsak, faşizmin duracağı bir nokta olmayacak. Ancak şu da bizim yüzleşmemiz gereken bir gerçek ki zayıflatılan muhalefete, topluma önderlik edecek ne bir lider ne bir siyasi parti ne de sendika ya da sivil toplum örgütü var. Türkiye muhalefeti olarak toplumun güven duyduğu bir odağı neden yaratamadığımızı sormak ve bu soruya hem cevap hem de çözüm üretmek zorundayız.

‘MUHALEFETE ÖNDERLİK EDECEK TEK KİŞİ SELAHATTİN DEMİRTAŞ’

Sizce bu liderlik ihtiyacını kim karşılayabilir?

Bence mevcut muhalefete önderlik edecek tek kişi Selahattin Demirtaş ve tam da bu nedenle hapiste. Ancak bu bir fasit daire. Sen sessiz kalırsan Selahattin Demirtaş hapiste kalmaya devam edecek. Osman Kavala aynı dosyadan iki kez tahliye, bir kez beraat ettiği halde aynı suçlamalarla hapiste tutulmaya devam edilecek. Gazetecileri susturmak için hapsetmeye, seçmen iradesini gasp edip temsilcilerini rehin almaya devam edecekler.

‘YAPTIĞIM ELEŞTİRİLERİN TÜMÜNÜ KENDİME DE YÖNELTİYORUM’

Peki muhalefete yönelik bu eleştirilerde, muhalif bir siyasetçi olarak kendinize de pay çıkarıyor musunuz?

Elbette! Yaptığım eleştirilerin tümünü kendime de yöneltiyorum. Yaptığımız bunlardan ibaret. Sayısal olarak iktidar lehine bir güç asimetrisinin olduğu Meclis içinde yapılabileceklerin sınırı çok net çizilmiş. Orada sözün, itirazın taşıyıcılığını yapıyorsunuz. Dışarıda hukuksuzluğa uğramış insanların davalarına gitmek, işçilerin eylemlerine katılmak, hak arama mücadelesindekilere omuzdaşlık etmek, talepleri dile getirmek, yaygın medya kanalları bize kapalı olduğu halde bulabildiğimiz her mecrada ezilenlerin sesini duyurmaya çalışmak… O kadar. Peki parlamenterliğin hakkını yeteri kadar veriyor muyuz, kanımca hayır. Ama bunun hakkını tam olarak nasıl verebileceğimize dair sorunun yanıtını da bulmuş değilim. Aritmetik dolayısıyla sonu baştan belli bir maç içindeyiz. Bazı arkadaşlar, oylamalarda tüm muhalefet milletvekillerinin olmamasıyla ilgili eleştiriler yöneltiyor. Yani sadece parlamenter muhalefetin sembolik direnişi peşindeler. Başı-sonu belli bir oylamada orada hazır bulunmak sembolü üzerinden kurulmuş bir parlamenter aktivizm beklentisi bu.

Yanlış bir beklenti mi?

Bu, oylama öncesinde yapılan eleştirileri, konuşmaları, tepkileri görünür olmaktan uzaklaştıran bir yaklaşım. İnsanlar da hakemin taraf tuttuğu, eşit koşullarda gerçekleşmeyen bir maçtaki performansa değil, sonuca bakıyor.

Aynı eşitsiz koşullar sokak muhalefeti için de geçerli değil mi? İnsanlar sokağa çıkıyor ve karşılarında binlerce kolluk gücü buluyor…

Yakın tarihli bir örnek vereyim. Çoklu baro yasası ile ilgili düzenlemenin Meclis’te oylanacağı gün birçok baro başkanı da Ankara’da idi. Sadece Ankara, İstanbul ve İzmir barosunun başkanları yaklaşık 80 bin avukatı temsil ediyor. Ankara Barosu’na kayıtlı 14 binden fazla avukat var. Ve fakat eylemde çoğu Ankara dışından gelmiş yaklaşık 250 avukat vardı. Ki o yasa, avukatları olduğu kadar savunma hakkına vurduğu darbe nedeniyle yurttaşı da doğrudan ilgilendiriyor. Ben iddia ediyorum; iktidar yanlısı olmayan avukatların tümü o gün Ankara’da olsaydı o yasa geçmezdi. Görev savmak için değil, deneyimden hareketle söylüyorum ki, bu iş sadece parlamentoda kuracağınız sözle olmaz, olmuyor.

‘SEÇİM, İKTİDARIN MUTLAK ZAFERİ GARANTİLEMESİ HALİNDE OLUR’

Muhalefet, AKP’nin ömrünün tükendiğini, yapılacak bir seçimde iktidardan düşeceğini söylüyor. Aynı fikirde misiniz?

Yapılan anketler, AKP-MHP ortaklığının toplamının yüzde 50’yi bulamadığını gösteriyor. Fakat bu, seçim olması halinde teyit edilebilecek bir bilgi. Oysa bence mevcut iktidar bloku ile, AKP’nin kaybedeceği bir seçim yapılmayacak.

İktidar bloku, yeni yasama döneminin başlayacağı ekim ayında Meclis’in siyasi partiler ve seçim yasası ile ilgili bir gündemle toplanacağına yönelik sinyaller veriyor. Mevcut tabloda bile olası bir seçimde iktidar blokunun muhalefetten daha az oy alacağını söylemek bir kehanet değil. Hal böyleyken iktidar bloku, mutlak zaferi garantileyecek bir seçim sistemi inşa etmek istiyor. Çünkü erken seçime gitmek zorunda kalırsa bir sigortaya ihtiyacı var. İşte o gerçekleşirse seçim olur.

Aksi halde Türkiye’de seçim dönemi kapanmıştır. AKP’nin seçimle gitmeye niyeti yok. Çünkü bu bir siyasi parti değil, daha önce de söylediğim gibi, demokrasinin tüm araçlarını ve giderek devletin zor aygıtlarını kullanarak iktidarı ele geçirmiş bir mafya. Halihazırda ellerinde böylesi bir parlamenter çoğunluk varken, güçlerini tahkim edebilecekleri bir seçim sistemi icat edemezler mi, edebilirler. Bunu yasalaştıramazlar mı, yasalaştırırlar.

‘SANDIK KOYDUĞUNUZDA, SEÇİM YAPMIŞ OLMUYORSUNUZ’

Peki buna karşı muhalefet ne yapabilir?

Bizim seçim takviminden önce adil, demokratik, eşit şartlarda bir seçim için mücadele yürütmemiz gerekiyor. Sandık koyduğunuzda, seçim yapmış olmuyorsunuz. O sandığı hangi şartlarda, hangi seçim sisteminde koyuyor ve hangi koşullarda oyları sayıyorsunuz? Bakın, 7 Haziran 2015 seçimlerinden beri TV’lere tek bir HDP’li çıkamıyor. TV ekranları beş yıldır Kürtlere ya da temsilcilerine kapalı. Mevcut seçim sisteminde zarlar zaten hileli. Bu bile onları kurtaramayınca, yeni bir sistem inşa etmeye yönelecekler. Bu da seçim değil, bir darbe hazırlığıdır.

‘BÜTÜNLÜKLÜ BİR MUHALEFET OLUŞURSA, TOPLUM İRADE SERGİLER’

31 Mart yerel seçimleri, iktidarın seçimle gidebileceği algısını güçlendirmedi mi?

Doğru, HDP seçmeninin desteğiyle muhalefet bir zafer elde etti. Ama ne yaptılar? HDP’li belediyeleri kayyumlar eliyle gasp ettiler. CHP’nin elinde olan, ancak Belediye Meclis’inde çoğunluk elde edilemeyen yerlerde hizmet edilmesini engelledikleri gibi başkanların yetkilerini budadılar. Belediyenin kimi yetkilerini merkezi idareye devrettiler. İller Bankası’ndan ödeneklerini kesip kamu bankalarının kredi vermesini yasakladılar. Yani o çok vurguladıkları “milli iradeyi” devletin zor aygıtları ve parlamentodaki aritmetik çoğunlukla hükümsüz kılıyorlar. İktidar bloku, altından kayan toplumsal zemini bu şekilde telafi ediyor. Aynı yöntemleri olası bir seçim öncesinde seçim yasası ve siyasi partiler yasası için neden yapmasın?

Bu ne kadar sürdürülebilir?

Muhalefetin tutumu ve pozisyonu belirleyici olabilir. Ama öncelikli mesele AKP’nin iktidardan düşmesi Saray rejiminin sona ermesi değil. Bu bir diyalektik sonuç ve mutlaka yaşanacak. Eğer seçimle bir değişim olacağı iddiası ve inancındaysanız, o zaman esas mesele etmemiz gereken, bu rejim sonrasında nasıl bir ülkede yaşamak istediğimiz. Bu yağma ve talan düzeninin yarattığı enkazı nasıl toplayıp yerine ne inşa edeceğimiz. Buyurun şimdiden güçlü bir biçimde bunu tartışalım. Eşit yurttaşlığa dayalı bir sivil anayasa yapacak mısınız? Kürt meselesinin üniter bütünlük içinde barışı hedefleyen bir siyasal çözüme kavuşturulmasına yönelik perspektifiniz var mı? Yasaları ve yargıyı evrensel hukuk normlarına uygun hale getirecek misiniz? Temel hak ve özgürlüklerin, basın ve ifade hürriyetinin tesisine ve korunmasına yönelik ne yapacaksınız? Gerici, ırkçı, milliyetçi eğitim müfredatını çağdaşlarıyla eşit hale getirip demokratik bir içeriğe sahip kılacak bir yaklaşıma sahip misiniz? Kadına yönelik eril şiddeti sona erdirip toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik devrimci hedefleriniz olacak mı? Bunlar yoksa, yoksullara, işsizlere, sömürülenlere iyi bir gelecek vaadinden yoksunsanız, iktidar blokunun inşa ettiği faşizmin karşısına nasıl bir toplumsal güç koyabilirsiniz? Herkesin demokrasiyle kurduğu bağa ilişkin turnusol kâğıdı işlevi gören Kürt meselesi başta olmak üzere tüm derinlikli sorun alanlarına, AKP’ninkinden ve öncekilerden çok daha farklı, baştan sona özgürlükçü bir perspektifle yaklaşan bütünlüklü bir muhalefet odağı oluşturulursa, toplumun geniş çevrelerinin iktidarın değişmesi konusunda irade sergileyeceğini düşünüyorum.

‘ERDOĞAN’IN ELİNDEKİ TEK KOZU ETKİSİZLEŞTİRMEK GEREK’

Mevcut muhalefet bu noktaya yakın mı?

Şu anki mevcut tabloda böyle bir seçenek görünmüyor. Kürt meselenin çözümünden tutun da İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin tartışmalara kadar bütünlüklü ve çözüm odaklı bir ittifaktan söz etmek mümkün değil. Ama toplumsal uzlaşı yaratmanın yolu doğru zeminde tartışabilmekten geçiyor. Bu tartışmaları yaparken de Erdoğan’ın elindeki tek kozu etkisizleştirmek gerek.

Nedir o koz?

Erdoğan’ın son bir yıldır insanlara sunduğu bir tek hayal var. Ne olduğu meçhul bir 2023 hedefi. 2023 genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yaşı olacak. Demokratik muhalefetin oluşturacağı İttifak Senedi’nin ışığında 100. yaşında Türkiye’nin eşit yurttaşlık temelinde sivil bir anayasaya sahip, hukukun üstünlüğünün egemen kılındığı bir yargı sisteminin olduğu, barışı tesis etmiş, gerçek anlamıyla demokratik, laik, sosyal bir devlet inşa edilebilir. Erdoğan bu yılki 15 Temmuz anmalarında sivil anayasa için herkese çağrı yaptı. Karşısına çıkıp “Ben varım ve taslağım bu” demek gerek. Neye, nasıl itiraz edecek?

YENİ YENİKAPI RUHU HER ŞEYİN TARTIŞILMASINI ENGELLEYEBİLİR

Niye etmesin?

Ancak Libya üzerinden başlayan Doğu Akdeniz gerilimiyle kurulmaya çalışılan yeni Yenikapı ruhu her şeyin tartışılmasını engelleyebilir.

Çok abartılı bir senaryo olur ama birdenbire “kadim düşmanımız” Yunanistan ile savaşa girildiği ilan edilirse, yahut Rus uçağının düşürülmesi gibi, bir Yunan gemisinin batırılması bizi şaşırtmaz. Gerilimin kontrollü şekilde yükseltildiği, bu sayede ihtiyaç duyulan iç politikanın ve toplumun dizayn edildiği bir konseptten bahsediyorum. Yeni Yenikapı ruhu için, sadece savaş baronluğuyla ömrünü uzatan iktidarın bekası için Suriye, Irak ve Libya dışında yeni çatışma sahaları gerekiyor. Görünen o ki o da Yunanistan olacak. Bunun olabileceğinin emaresini de memlekette kimin konuştuğuna bakarak görebiliriz. Erdoğan’dan sonra en çok konuşan iki kişi var Hulusi Akar ve Süleyman Soylu. İkisi de silahlı bürokrasiyi yönetiyor. Öyle ki Akar, Dışişleri Bakanı’nın konuşması gereken yerde de söz alıyor. Adalet Bakanı’nın konuşması gerekirken sustuğu yerde de İçişleri Bakanı söz alıyor. Erdoğan zaten hep konuşuyor.

‘MHP’NİN DESTEĞİNİ ÇEKİP ÇEKMEMESİ, BU GÖREVİ TEVDİ EDEN ‘DEVLET AKLININ’ KARARINA BAĞLI’

Son zamanlarda iktidarda çeşitli kanatlar arasında gerilim göze çarpıyor. Gazeteci kökenli bir milletvekili olarak Ankara kulislerinde neler gözlemliyorsunuz? Sizce AKP-MHP ortaklığının çatırdama olasılığı var mı?

Bir kere MHP desteğini çektiği an, ortada Saray rejimi de parlamenter çoğunluk da kalmaz. Elbette AKP kendine yeni ittifaklar aramaya girişecektir ve yapıyordur. Ama artık yeni bir ortak bulması mümkün değil. MHP’nin desteğini çekip çekmeyeceği bir ihtimaldir ve her şey olabilir. Şu an AKP’ye, pek çok AKP’liden daha fazla destek veren MHP’nin beş yıl öncesine kadar bu iktidara neler söylediğini, parti başkanlarının birbirlerine nasıl galiz hakaretler ettiğini unutmamız için çok erken. Keza daha önce MHP’li Tuğrul Türkeş’in, Has Parti kurucusu Numan Kurtulmuş’un, Demokrat Parti’nin başındayken Süleyman Soylu’nun söyledikleri arşivde ve aklımızda. Peki bu insanlar AKP’nin treninde neden buluştular?

Kişisel ikbâl, makam, mevki için…

Bu belirleyici bir unsur ama yeterli değil. Erdoğan’ı devletin tepesinde partisini iktidarda tutan devlet içi bir odak olduğunu ve bu isimlere de görev tevdi edildiğini düşünüyorum. Daha önce Tuğrul Türkeş’e, Numan Kurtulmuş’a, Süleyman Soylu’ya görev tevdi edenler her kimse MHP’ye, AKP’nin ve Erdoğan’ın koltuk değneği olması görevini tevdi edenler de aynı odak. Şu anda o görevin henüz tamamlanmadığı ortada. O devlet aklı ne zaman ki ülkeyi yağmalayan, talan eden ve ortada devasa bir enkaz bırakan AKP’den vazgeçerse MHP o zaman desteğini çekecek, bahsini ettiğim isimler o zaman yan çizecek. Devlet Bahçeli’nin sürekli olarak Erdoğan’la pazarlık yaptığı algısı oluşturan çeşitli zamanlarda yaptığı çıkışlar, kurulan ortaklığın bir görev nedeniyle olduğunu düşündürtüyor bana. Meclis kapanmadan önce Bahçeli imzasıyla yayımlanan bir genelge dikkatimi çekmişti ve TBMM kulisinde bu konuyla ilgili MHP’li bir milletvekili ile sohbet ettik.

‘PEK ÇOK MHP’Lİ MEVCUT İTTİFAKTAN RAHATSIZ’

Neydi o genelge?

8 Temmuz 2020 tarihli genelge MHP’nin 2021’de yapılacak kongresi ile ilgiliydi ana orada dikkat çekici bazı kısımlar vardı. Parti teşkilatlarına oluşacak provokasyonlara karşı dikkatli olmalarını ve her ne olursa olsun genel merkez talimatı olmadan kimsenin sokağa çıkmaması, kimseyle karşı karşıya gelinmemesi istendikten sonra MHP’li olmayan ama kendisini partiliymiş gibi gösteren, MHP’ye ait sembolleri kullanarak hareket eden provokatörlere karşı uyanık olunmasını istiyordu. MHP’li olmadığı halde kendini MHP’li gibi gösteren iki grup var. AKP’liler ve Fethullahçılar. Nitekim konuştuğum MHP’li vekile, “Bahçeli bunları mı kastediyor” diye sorduğumda, “Evet” dedi ve ekledi: “Güvenlik bürokrasisinde alınacak herkesi bize soruyorlar. Biz de vatansever midir, milliyetçi midir diye yedi ceddine bakıyoruz. Adama bakıyorsun MHP’li gibi konuşuyor, davranıyor. Ama araştırıyoruz ortaya bambaşka ilişkiler çıkıyor.” Yani devletin güvenlik bürokrasisi MHP ile paylaşılmış. Bu aynı şekilde yargı ve Milli Eğitim için de söz konusu. Ama bazı birimlerde irili ufaklı cemaat ve tarikatlar de devreye giriyor.

Bahçeli’nin ihtarları ne anlama geliyor? Tespitiniz doğruysa, AKP’liler neden MHP’li kılığına bürünerek provokasyon yapma ihtiyacı duysun ki?

Çünkü AKP, MHP’nin desteğini daimi kılmak zorunda. Bunun için MHP tabanını da kendi tabanlarıyla bütünleştirmek istiyorlar. Pek çok MHP’li, mevcut ittifaktan rahatsız ama “mecburen destek veriyoruz” diyorlar. Gerçekten öyle mi, yoksa MHP yönetimi öyle düşünülmesini mi istiyor, bilemiyoruz ama iktidara destek görevinin “devlet” tarafından Devlet’e tevdi edildiği görüşü var.

‘ALBAYRAK VELİAHT, SOYLU İSE TASFİYE EDİLENE KADAR YERİNDE KALIR’

AKP içinde de çeşitli çatlaklar, güç odakları olduğu söyleniyor. Yakın zamanda bir eski milletvekili Süleyman Soylu’ya yakın bir derneği bastı, bir kavga çıktı. Orada neler oluyor?

Son olayda ortaya çıkan AKP içindeki iki ayrı güç odağının, hamilik ettikleri iki ayrı troll grubu üzerinden çatışmasıydı. Taraflardan birisi 15 Temmuz kalkışmasından sonra Milli Beka Hareketi diye kendilerine ad vererek dernek görünümü altında faaliyet yürüten ve karşı tarafın iddiasına göre Süleyman Soylu’nun kontrolündeki grup. Adamlarıyla birlikte bu grubun derneğini basan AKP eski milletvekili Metin Külünk ve trolleri ise diğer tarafta. Külünk’ün hamilik ettiği söylenen ve Twitter üzerinden Süleyman Soylu’ya yönelik eleştiri, hakaret ve bazı yolsuzluk iddialarında bulunan troll grubunun karşısına Milli Beka’cı troller çıktı. Birbirleri hakkında yolsuzluktan kumarhane işletmeciliğine, kendilerini polis ya da yargı mensubu gibi gösterip haraç almaktan, özel hayata dair kimi imalara ve FETÖ’cü demeye kadar akıl almaz suçlamalarda bulundular. Kanımca iki taraf da birbirleri hakkında ne dediyse doğrudur. Çünkü binlerce trollün istihdamı ve beslenmesinde belediyeler ve parti içi kaynaklar yetersiz kalıyor ya da oradan elde edilen paralar bu küçük mafya gruplarına yetmiyor.

AKP içinde kaç grup var?

Soylu’nun istifa ettiği süreçte AKP içerisinde kaç grup olduğuna dair bir değerlendirme yapabildik. Her ne kadar tek parça görüntüsü sergileseler de öyle değiller. Bu kadar parçalı bir yapıyı bir arada tutan zamkın adı ise suç. Parti yönetiminden devlet bürokrasisine, sermaye ve medya gruplarına kadar rejim etrafında kenetlenenler birbirinin defolarını ve iktidarın yitirilmesi durumunda başlarına gelecekleri bildiği için, tek parçalı bir görüntü ortaya çıkıyor.

Herkesin bildiği sır olan Soylu-Albayrak arasındaki gerilimin kaynağı ne?

Erdoğan için veliahtın adı belli, Berat Albayrak. Albayrak’ın parti içinde gücünü damatlıktan değil makamından alan bir pozisyona getirilmesi yakındır. Yani Soylu’nun veliaht ilan edilmesi, kendisinin de farkında olduğu üzere mümkün değil. İstifa hamlesiyle milliyetçi tabanın vazgeçilmezi olduğunu kanıtlamış olabilir ama üzeri çizildiği anda, eksikliği noksanlık yaratmayacaktır. Böylesi bir durumda, zaten iktidarın ortağı olan MHP’de kendisine yer bulması da mümkün olmaz. Milliyetçi kesim de MHP’nin tabanı içinde olduğuna göre, Soylu’nun parti kurmaya kalkması da söz konusu olmaz. Bunun dışındaki tüm kesimlerle de kavgalı bir isim. Dolayısıyla Soylu tasfiye edilene kadar yerinde kalır. Belirleyen değil, belirlenen olur, o kadar.

‘CEMAATÇİLERİN FETÖ’LEŞMESİNİN MÜSEBBİBİ AKP’

Geçtiğimiz gün Mahir Ünal katıldığı bir programda Fetullahçılar için “hiçbir zaman siyasete girmeyi düşünmediler” dedi. Fetullahçıların da hedefine girip hapis yatmış bir gazeteci ve siyasetçi olarak Ünal’ın bu sözünü nasıl yorumluyorsunuz?

Elbette Mahir Ünal doğruyu söylemiyor. Fakat onun ya da AKP’li herhangi bir ismin bunu sıklıkla telaffuz etmeye ihtiyacı var. Çünkü hâlâ Gülen Cemaati ile iktidar ve suç ortaklığını gizlemek istiyorlar. Eğer Ünal doğruyu söylüyorsa, partisinin vekilleri Meclis’te FETÖ’nün siyasi ayağının ortaya çıkarılmasına ilişkin muhalefetin önergelerini reddetmesin. Meclis’te “FETÖ’nün siyasi ayağı kim” sorusu ne zaman ortaya atılsa AKP’liler geçmişteki suç ortaklığını gizleme gayesiyle, “Her siyasi yapıya, her kuruma sızmışlar” diye karşılık veriyor. Aslında doğru söylüyorlar. Gülen Cemaati herkesle herkes olabilen bir yapıydı. Bu nedenle, 15 Temmuz darbesine kadar olan sürede her kim iktidar olduysa Cemaatin devlet içi örgütlenmesinde sorumluluğu bulunuyor. Fakat şimdi de eksik kısmını söyleyeyim: AKP iktidar olana dek devlet bürokrasisinde yatay örgütlenmesini tamamlamış olan Cemaat, AKP ile birlikte dikey örgütlenmeye geçip herhangi bir engelle karşılaşmadan nihai hedefine doğru yol aldı. Yani AKP’den öncekiler Gülen Cemaatinin devlet içi örgütlenmesinin sorumlusu, AKP ise iktidarına ortak ettiği Cemaatin, FETÖ’ye dönüşmesinin müsebbibi. Haliyle FETÖ’nün siyasi ayağı da AKP’dir. Mahir Ünal aklımızla dalga mı geçiyor? Devlet içindeki örgütlü en büyük illegal güce devlet bürokrasisini teslim ettikten sonra “FETÖ siyasete sızmak istemedi” demeniz komik kaçar.

‘CHP İLE HDP’NİN ARASINDA YER ALACAK BİR PARTİYE İHTİYAÇ VAR’

CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi’nin oluşturduğu Millet İttifakı’nın HDP’den yana genişlemesi olasılığı görüyor musunuz?

Bir kere adını Millet İttifakı koyduğun ve ideolojik sınırlarını çizdiğin bir yapının genişleme ihtimali yok. Millet İttifakı dediğiniz şey bir sağcı blok. Bu sağcı blok, CHP’yi de katarak söylüyorum, Kürt meselesinin çözümü konusunda HDP ile aynı düşünmüyor. Yani tartışma bile olmadan HDP’nin orada olamayacağını biliyoruz. Bana kalsa İyi Parti’nin liderliğinde AKP’den kopanların da dâhil olduğu bir Millet İttifakı daha yerinde olur. Kanımca Meral Akşener ancak Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilirse bunu kabul eder. HDP ile ittifak yapma cesaretine sahip olamayacak bir CHP de merkez sağdaki parti boşluğunu doldurma gayretine tek başına devam eder. Şu an CHP ile HDP’nin arasında yer alacak bir partiye ihtiyacımız var.

Neden böyle bir partiye ihtiyaç var?

Çünkü anlaşılan o ki, toplumsal, politik ihtiyaçlarla parlamenter siyasi ihtiyaçlar arasında açılan bir makas var. Yani burada bir boşluk var. Buradaki rabıtayı sağlamanın bir yolu, toplumsal olana kayıtsız kalmayacağı gibi, parlamenter olana da kanmayacak bir politik yapıdır belki de. Bir tarafta CHP’den bitmek bilmez bir beklenti diğer tarafta HDP’ye karşı aynı kararlılıkta bir şüphe içinde olan neredeyse 20 milyon genç kuşak seçmenin söz konusu olduğu bir yerde, bu nabzı tutabilen, bu talepleri ve beklentileri görünür kılabilen, ve onları da siyasetin öznesi haline getirebilecek bir parti ihtiyacından söz ediyorum.